Paylaş
Cazibe kaynağının ne olduğunu tanımlayabildiysen ve de içsel paradoksunu nasıl yöneteceğini öğrendiysen kendinle, ilişkilerinle, çevrenle kısaca karada sana ölüm yok demektir.
Şayet bu yanını henüz keşfetmemişsen bu satırları senin için özel hazırlandım. Kişiliğimize içkin olan paradoksal yönümüzü gün ışığına çıkarmak o kadarda kolay değil ancak imkânsızda değil. Özdeki paradoksun nasıl bir şey olduğunu anlatabilmem için izninle metafor cümlelere başvurayım.
“Onda seksi bir masumiyet var, beni büyülüyor. O güçlü görünümün altındaki küçük çocuğu fark ettin mi? Hiç de göründüğü gibi sert değil yüreği yumuşacık. Burnu havalarda gibi ama tanıyınca o mütevazı hali insanı içine çekiyor. O çıtkırıldım haline aldanma çok güçlü bir kadındır. O kaba görüntüsüne aldanma, nezaketi kadınları mest ediyor. … “ Nasıl cümleler tanıdık mı? Buna benzer nice çelişkili deyişleri pek çok kez işitmişizdir. Şu an aklıma çoğunluğun tanıdığı, tutkuyla takip ettiği, örnek aldığı Beatles gurubunun üyesi ve müzisyeni john lennon geldi. Zamanında kendisi için feminen ve maskulen olduğundan söz edilirdi. Bu çelişkili durumunu nasıl bir artıya, cazibeye dönüştürmüş ki ölümünden sonra bile hala fanatikleri var. Bu nasıl yaman bir çelişki oysa Paradoksal durumlarda beyin kasılırken ne oluyor da algı tam tersi rahatlayıp karşıdakinin cazibesine kapılıp tutkuyla ona bağlanmasına neden oluyor?
Yazar M. Lindkvist paradoksal öz’ün tanımı için, “görünürde doğru olan bir ifadenin ya da ifadeler topluluğunun sezgilere karşı bir netice oluşturmasıdır” der.
-“Neden böyle yan yan yürüyorsun yavrum? Düzgün yürüsene! "
- "Pekâlâ, anne yeter ki sen önümden düzgün yürü, ben seni takip ederim. ” Deyişiyle Ezop insanı aynı anda keyiflendirirken düşündürmesi gibi bir başka örnekse yiyecekler arasında dondurma en Freudyen çelişkiyi taşımasıyla ünlüdür. Hatırlayalım çocukluğumuzda külahlardaki koca koca rengârenk dondurma toplarını çabucak bitmesin diye nasılda ağır ağır yalardık. Şöyle bir an duralım. Sahi dondurmanın özü ne? Süt, şeker ve meyve suyu, peki bu üçlüyü bu kadar özel yapan ne? Her evde kolayca bulunması ve kolayca çeşitli tatlılara dönüştürülebilmesi iyide içlerinden bir tanesi olan bu dondurma, nasıl oluyor da ta Roma imparatorluğu döneminden günümüze kadar hala cazibesini koruyor? Küçük büyük demeden iştahla, özlemle tüketiliyor? Nedeni etkileyici paradoksu, tek bir üründe hem masumiyet hem erotizm var. Nasıl olur dediğini duyar gibiyim. Bu cümleyi tekrar sesli okumanı rica ediyorum. Şu an gözüne, kulağına nasıl geldi? Tam düşündüğün gibi değil mi? Dondurma kelime ve görüntü olarak hem çocukluğun saflığı, temizliğini anımsatırken, bedensel ihtiyaç olan cinselliği, arzuları körüklüyor. Buda onu cazibeli, çekici kılıyor. Bir diğer güçlü çelişkiyi içinde barındıran en çok sevdiğimiz içecek hangisi dersem eminim ilk aklına geliveren ve büyük bir çoğunluğumuzu büyüleyen Türk Kahvesi olur. Hele sade olursa ben dayanamıyorum. Ya sen nasıl tüketmeyi seversin? Nasıl içilirse içilsin kahvenin cazibesindeyse yine bir meyve ve su yani oldukça sade ve her yerde kolayca bulabileceğimiz bir içecek olmasına karşın yine bizi kendine çekiyor. Hem de on dördüncü yüz yıldan bu yana cazibesini koruyor. Özü bilindiği gibi kafein peki buradaki paradoksu ne? Bir yandan zihinsel uyarılma (bir duyu organını, sinir düzeninin tepkide bulunmaya yöneltme işi (tdk.)) sağlarken, öbür yandan rahatlık, keyif veriyor. Çok enteresan değil mi? Aynı anda iki uç durum içersinde kalmak, karşıtlık içinde yol almak. Öyle ki cazibesi yüksek ve çelişkili bu iki yiyecek bize ilaç gibi geliyor. Bunun üzerine bilimsel araştırmalar yapılmış. Neden uzun yıllar insanı cezbeden yiyecekler, ürünler fanatik tüketiciler yaratıyor? Bu konuda Alex Shakar’ın görüşü: “… Daha da derine inildikçe yakalanan durum şu, derinlerde insanları arzudan deliye döndüren “kırık ruh” diye tanımlanan içsel paradoks yatıyor ”diyor.
Öyleyse biz de soralım; Neden bazı insanların görünüşleri gayet vasat, belli bir giyim tarzları olmayan, sade ama ilginçtir ki bir şekilde cazibeli ve büyüleyicidir? Etkili ve güçlü elektromanyetik dalgalar yayarlar. Bir an için çevrende bulunan bu tarz kişileri anımsadın mı? Özellikle iş yerlerinde ilk çekişmeler böyle başlamaz mı? “Ben ondan çok daha iyi eğitimliyim, kariyerim… Fazla çalışıyorum, çabalıyorum nasıl olurda o benden daha fazla maaş alıyor, nasıl oluyor da takıma lider, yönetici, müdür oluyor, nasıl oluyor da…” Bu ve benzer lakırdılar boşuna olduğu kanısındayım. Ya da bizi cezbeden müdürümüz, …vs. gibi görünmeye, onun gibi olmaya çalıştığımızda da bir taklit, aleladelik, başarısızlık kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. Bu algıyla yol almaya devam edildiğinde kendimizle ve gerçek duygularımızla rezonansa girmek yerine sadece beynimizi, sinir sistemimizi, bedenimizi ve hayatımızı mahvederiz. Birde bakarız ki kendimizle didişir hale gelmişiz. Çünkü işe ilk girişte cv ya da mülakatlarda kişiler genelde kendilerinin tek bir yönüyle vurgular yada tarif eder. Gayretli, çalışkan, analitik, meraklı, dışa dönük, … Bu durum kariyerlerindeki yol alış şekilleriyle taban tabana zıttır.
Nedenini nörobilimci David Eagleman “insanoğlu tümüyle dünyaya aciz bir halde gelmesi, hayvanların tam tersi şaşılası bir şekilde eksik kalmış bir beyinle doğuyor olmasında yatıyor. Her an içinde oluşan deneyimlerin ayrıntılarıyla sürekli olarak yeniden biçimleniyor beyin. Özetle, kendimizi içinde bulunduğumuz dünya tarafından biçimlendiriliriz” diyor. Öyleyse deneyimler yaşamak çok kıymetli hele de kişi deneyimlerini kendi oluşturuyorsa. İşte o zaman özgün iç dünyadaki cıva misali hafif, kaygan, hızlı oradan oraya kolayca bölünüveren, ele avuca sığmayan o çelişkili düşünceleri fark etmek kolaylaşır. Hele de eşsiz yanını açığa çıkarmaya niyet etmişsen; biraz cesaretle, kararlılıkla, biraz umursamaz olarak, korkusuzca, sabırla, azimle içsel cazibeni tanımakla kalmaz o yaman çelişkili kısmını nasıl yöneteceğini yine kendin bulduğun an zihin aldığı talimat doğrultusunda artık ne yapacağını çok iyi bilir. Aranılanlardan, cezbedenlerden olman kaçınılmazdır artık. Bu durumu yazar F. Scott şöyle tanımlamıştır. “Birinci sınıf bir zekâ deneyi, birbiriyle tamamen zıt fikri aynı anda akılda tutarken hala faaliyet gösterme yeteneğini koruma kabiliyetidir ”der.
Varlığımızda saklı paradoksal özümüzü keşfetmek zorunda mıyız? Elbette hayır, ama ya özü keşfeder ve var olan becerilerle bütünleştirip içselleştirme yolunda adımlar attığını bir an için varsayabilir misin, işte o zaman yaşamında neler değişirdi? Şu an iç görün neler söylüyor, hayalinde neler canlanıyor istersen bu bilgileri bir yere yazabilir veya resmedebilirsin ve ertesi gün tekrar yazını oku veya resmine baktığında aklına ilk gelen şeyi, ajandana not alabilir misin? Bu basit uygulama bile yaşamında nasıl bir dönüşümü başlatıyor bunun keyfine varmayı ister misin? O halde kendini gözlemlemeye ne dersin?
İkinci bölümde, iç dünyana biraz daha fokuslanmaya ve bilinç dışı zihnine, o karanlık odana spot ışık tutmaya hazır mısın? Bende özümden gelen bilgi akışıyla, kolayca hayatında uygulayabileceğin teknik alıştırmaları seninle paylaşıyor olacağım. Şimdilik Nelson Mandela’nın satırlarıyla son noktayı koyuyorum.
“En derin korkumuzun sebebi, yetersiz olduğumuz duygusu değildir, en derin korkumuzun sebebi ölçülmez kudretimizdir. Korktuğumuz şey karanlığımız değil, yaydığımız ışıktır”.
Paylaş