Paylaş
Yaklaşık altı binden fazla kadınla bireysel çalışmalar yapma fırsatım oldu; bu çalışmalarda dönemsel olarak kadınların dertli oldukları konular değişti ancak bir başlık çalıştığım kadınlarda ne de erkeklerde hiçbir zaman değişmedi: “Adil Bey, ben bu dönemin aşklarına ve ilişkilerine ayak uyduramıyorum, bu dönem benim ruhuma hitap etmiyor, kendimi yalnız hissediyorum…”
Aslına bakarsanız yalnızlığın cinsiyeti olmaz. Yalnızlık insan ruhunu hızla ele geçiren ve korkuya ya da paniğe sürükleyen bir duygudur. Kimi insanlar bu duyguyla baş edebilmek adına ne öğle yemeklerini ne de molalarını yalnız geçirmek istemezler ve normalde selam bile vermek istemedikleri insanları sürekli etraflarında bulundurmak zorunda hissederler; aksi halde kesif ve yoğun bir yalnızlık duygusu onları çaresiz bunalımlara sürükleyiverir.
Kimi zaman bu duyguya bahane olarak “yanlış zamanda dünyaya gelmiş olmak” gibi açıklamalar yapma gereği duyarlar ve en güzeli de buna kendileri de inanırlar. Youtube kanalımda spiritüalizm üzerine videolarımı izleyenler bilir, her zaman tekrarlarım: “Kainatta ne tesadüfe ne de hataya yer yoktur.” Bu durumda bir insan nasıl olur da yanlış zamanda dünyaya gelmiş olabilir?”
Madalyonun diğer tarafından bakacak olursak: “Kendini bu devirde bir yabancı gibi hisseden insanın asıl ruhsal deneyimi de bu döneme ayak uydurmak olabilir mi?”
Dünyayı kasıp kavuran tüketim çılgınlığı aşk ve ilişkilerin üzerinden adeta bir tank gibi geçerken, belki de bazı yalnız ruhlar aşkın düştüğü bu durumu görmek zorundalar. Belki de geçmişin karanlık koridorlarında bu ruhlar aşkın kıymetini bilemedi, sevdiği kadını bir gecenin sonsuz sabahında terk edip gitti, ya da çocuğunu bir daha görmemek üzere ardında bıraktı, ailesine sahip çıkmadı ve aşka asla inanmadı.
Hayatın anlamı olan aşka inanmayan bu ruhlar, aşkın anlamını yitirmeye başladığı bir çağda cezalandırılıyor olabilirler.
“Kendimi bu çağa ait hissetmiyorum” diyenlerle o kadar sıklıkla karşılaştım ki, kimsenin bu çağa ait olmadığını düşünmeye başladım. “Kendimi bu çağda yapayalnız hissediyorum” diyenler aslında hiç de yalnız değiller! Bir bilseler ne kadar kalabalık olduklarını ve kendileri gibi binlerce insanın kendine benzer ruhların arayışı içerisinde olduğunu bir bilseler, bu yalnızlık duygusu tarihe karışacak!
Yaptığım işi en iyi özetleyen metafor: “Farklı bir pencere açmak” olarak özetlenebilir. Bir insana farklı bir bakış açısı sunduğunuzda gözlerinde yanan ateşi görür ve arkanıza yaslanırsınız. Bu ateş, onun ruhunda yanan ateştir ve insanı ayakta tutan ışığın ta kendisidir.
Yalnız ruhlardan bahsetmişken, işimin bana yüklediği görev gereği, farklı bir pencere açmak ve sizleri bir an için Ortaçağın karanlık koridorlarına götürmek istiyorum.
Aşk, ilişkiler ve yalnızlığa farklı bir açıdan bakmak için, kısa bir yolculuğa çıkmak ister misiniz?
Mozart’ın eşsiz eseri Stabat Mater eşliğinde, at arabalarının çıkarttıkları seslerin sokakları inlettiği bir geceye, tam yedi yüzyıl öncesine gidelim…
“Gecenin karanlığı sisli sokaklara çöktü. Bugün kendimi yorgun hissediyorum. Sabah yediğim bir somun ekmek dışında midemde hiçbir şey yok. Sadece biraz yalnızlık ve kimsesizlik. Hepsi bu.
Gerardo’yu çiziyorum. Ruhumdan dökülüyor adeta. Büyük bir aşkı ifade etmenin tek yolu onu ruhumdan kağıda aktarmak, elimden gelen bu. İnsanlar benim yalnızlığımı kibir sanıyorlar, beni anlamıyorlar. Çocukluğumdan beri buna alıştım; anlaşılmak bu yüzyılda istemem gereken en son şey, kimsenin benimle aynı titreşimde olmadığını fark edeli otuz sene oldu, yine ders alamadım. Engizisyona karşı söylemlerim eğer hala beni öldürmediyse bunun tek sebebi Medici Ailesinin ve Kont Pelegrini’nin bana çalışmalarım sebebiyle sahip çıkmalarıdır. Neyse ki kilise onlara karşı gelemiyor ve aralarında maddi ilişkiler var. Yoksa çoktan beni toprağın derinliklerine göndermiş olacaklardı. Yalnızlık manastırına kapatılmış olsaydım Gerardo’yu asla çizemezdim. Ona ne isim koyacağıma hala karar veremedim, bu eseri bir kadın gibi sunacağım; oysa bir erkeğin yüzü olacak!
Yüzyıllar sonra beni anlayacak ruhlar yeryüzüne gelecekler ve eserlerimin bir anlamı olacak. Ruhumdaki sesler beni sürekli motive ederken, sokaklardaki yalnızlık beni korkutuyor.
Neden sürekli yanlış bir yüzyılda yeryüzüne gönderildiğimi hissediyorum ki?
Tanrı benimle ilgili ufak bir hata yapmış olabilir mi?
Bulunduğum çağa ışık tutmam için gönderdi beni; çünkü sadece karanlık çağda bir ışığın bu kadar anlamı olabilir. Yani, hiçbir hata yok elbette… Ben Tanrı’nın işçisiyim ve insanlık tarihini değiştirecek Rönesans dönemini başlatmak zorundayım. Kendimi ne kadar yalnız hissetsem de, beni anlamayan bakışlarını tüm insanlık bana yöneltse bile, kilise beni engizisyon ateşinde yakmak için tüm çabayı gösterse de, ruhumdaki ateşi asla söndüremez.
İçimde sürekli ve sonsuz bir yaşama isteği var. Ne kadar da garip? Ruhumu kaplayan yoğun yalnızlık sanat ateşiyle sönüyor, sanat için yaşıyorum. Eserlerimde kendimi sonsuzluğa bırakıyor olduğumu hissediyorum. Bu çaba, geçen hafta sohbet ettiğim Genova’lı denizcinin tabirini getiriyor aklıma: “Gemimiz okyanusta batarken hepimiz çaresiz hissediyorduk. Sonra aramızdan birisi okyanusa bir şişe bırakalım dedi. Belki birisi içindeki notu okur ve bizi kurtarır!”
İşte ben de böyle hissediyorum. Bulunduğum çağda kimse beni anlamıyor, hatta sesimi duymuyor olsa bile, eserlerimi insanlığın okyanusuna bırakıyorum.
Bir gün ruhumdaki ateşi hissedecekler.
Bu ateşin ışığında insanlık değişecek, eserlerim benim adımı ölümsüz kılacak.
Belki de Gerardo’ya güzel bir isim bulmalıyım; Mona Lisa gibi bir isim…”
Leonardo Da Vinci’nin ruhundan daha yalnız olabilir miyiz?
Engizisyon ateşinin her yanı sardığı karanlık çağlarda, üstelik bırakın o dönemi bugün bile hala anlayışla karşılanmayan cinsel eğilimleri olan, kilise tarafından aforoz edilen ve fakat İtalyan aristokrat sınıfı tarafından dehası fark edilen ve sonuna kadar korumaya alınan Da Vinci, ne döneminde ne de yüzyıllar sonra bugün tam olarak algılanmış değil.
Eserlerini saymaya gerek yok, insanlık tarihini değiştiren buluşları ise pek bilinmez; örneğin helikopteri ilk olarak onun tasarladığını, üstelik bu tasarımını 1504 senesinde parşömene çizdiğini ve zihninde hem sanatçı hem de mühendis olduğunu hatırlatmak gerekir.
Hem sol hem de sağ beynini kullanabilen Da Vinci, yine de beyin gücüyle ruhundaki yalnızlığı yenemedi; çünkü her ruh kendi yolunu çizer.
Yalnız ruhlar için kalabalıklar yoktur, ne de insanların alkışları.
Onlar görevlerini yerine getirip tarihin sonsuz karanlığına çekilirler.
Van Gogh bir diğer yalnız ruhtur.
Ve kimse onlar kadar haklı değildir: “Ben bu çağa ait değilim” dediğinde…
Onlar bunu hissederek söylerler, üstelik bulundukları çağa tamamen ait olduklarını bilmelerine rağmen.
Bulunduğumuz çağda aşk gücünü yitirdiyse sanat devam eder, sanat bittiyse eşsiz bir ruh yeniden bir ateş yakar ve bizler bu ateşin etrafında ısınırız.
Aşk asla ölmez. Aşk, insanlığın ruhundaki ateşin ta kendisidir.
Kış geliyor, üşümek istemiyorsanız ruhunuzdaki ateşi bulun ve geç kalmadan yakın.
Sizi ısıtacak.
Seviliyorsunuz.
Instagram: Adilyildirimyazar
Youtube: Adil Yıldırım
Paylaş