Güncelleme Tarihi:
Her zaman söylediğim bir şey var, “Kitap çıkarmak kolay, zor olan yazar olmak.”
Kabul etmek gerekiyor, özellikle son yıllarda pek çok yeni ve popüler olmayı başarmış yazarla karşılaştık. Çok ilginç kitapları çok satan raflarında gördük ve bu kitaplar çoğu zaman bize “Bunu ben de yazarım,” diye düşündürdü. Düşündünüz değil mi? Haklısınız, bazen ben de düşünüyorum. Ama yazının başlığına geri dönecek olursak bir prensibi hatırlamakta fayda var, “Kötü örnek, örnek değildir!” Sanırım en önemli sırrı fısıldamış olmalıyım.
Evet, kesinlikle raflarda birçok basit kitap var. Ve evet, kitap dediğimiz şeyin bir ağırlığı olmalı, üstelik aynı durum yazar için de geçerli. Peki ama nasıl? Bir şey hem bu kadar zor hem de bu kadar kolay nasıl olabilir? Hadi birlikte gezinelim.
1- Tema – İçerik
Günümüzde kitapların temalarında da bir değişim olduğunun farkında mısınız? Daha gündelik daha sıradan daha basit “meseleler” de bir kitaba konu edilebiliyor. Bunun yanında eskiden bir kitap yazabilmek için hem yetenek hem de (özellikle kurgu dışında) uzmanlık/derinleşme aranıyordu. Ancak artık bu da biraz bükülmüş gibi. Özel yetkinlikler ya da yetenekler gerekmeden de insanlar kitap çıkarabiliyor (kitap çıkarmak ifadesini bilinçli olarak kullandım çünkü bu asla yazar olmak demek değil). Gerek temalar gerekse içeriklerin özel bir derinleşme ya da yetkinlik gerektirmemesi de doğal olarak üretim kolaylığını da beraberinde getirdi.
2- Dil ve Üslup
Bir önceki başlıkta da dile getirdiğim gibi, içerik değişince yazar profili değişti ve yazar profili değişince dil ve üslup dediğimiz, yazarın okuruna seslenme biçimi/anlatımı unsuru da nispeten daha gündelik bir ifade biçimini ortaya çıkardı. Normalde bir yazardan daha biricik bir üslup ve daha gelişmiş daha etkin bir dil hakimiyeti beklerken hep eleştirdiğimiz “200 kelimeyle konuşuyorlar canım,” sözü bir şekilde kitaplarda da kendini göstermeye başladı. Biz de okur olarak “Yahu böyleyse ben de yazabilirim,” kısmına kolayca geliverdik, ne var ki bunda: “Basitten basitçe bahset.”
3- Satış ve Tanıtım
Aslında yazar olmayan ama bir kitap çıkarsa gayet iyi satacak kişilerin kitaplarının çoğu zaman yetersiz olduğunu hepimizin fark etmişizdir. Az önce değindiğim tema/üslup gibi değişimler biraz da bu rüzgârdan hem faydalandı hem de rüzgârı daha da güçlendirdi. Satış garantisi olan isimlerin çok satan kitapları onları daha da tanınan biri haline getirirken bu tarafta da eline daha önce hiç kalem almamış kişileri de cesaretlendirdi.
İlginç Bir Haberim Daha Var: Yazmak da Kolay!
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre insanın fiziksel/maddi/somut ihtiyaçlarından hemen sonra ilgi görme, sevilme, tanınma, onaylanma gibi ruhsal/manevi/soyut ihtiyaçları geliyor. Öyle sanıyorum ki kitap, bir meta olarak bunları elde etmede bir çeşit kısa yol tuşu görevi görüyor. Üstelik artık hiç olmadığı kadar kolay. Hem yazması hem de yayımlaması. Bu kötü bir şey mi? Katiyen hayır! Peki ama sorun ne? Bana kalırsa sorun, kitap hayali kuran kişilerin bu hayali kurarken beraberinde yazar olma hayali de kurmamış olması. Çünkü işte zor olan kısım orası: Yazar olmak.
Yoksa yazmakta hiçbir şey yok. Nasıl ki özel bir engelimiz olmadıkça derdimizi anlatacak kadar konuşabiliyoruz aynı şey yazmak için de geçerli. Üstelik yazıda, yetersiz olduğumuz kısımları (noktalama, imla, anlatım bozuklukları vb.) düzeltecek birileri de var. O halde neden bir kitabımız olmasın? Değil mi? Neden olmasın. Buraya kadar her şey makul.
Bunu atölyelerde ya da meslektaşlarımla yaptığımız sohbetlerde konuşuruz. Yazarlık bir yaşam biçimi. Bir bakış ve algılama biçimi. Bir hal. Bir oluş. Öyle olma yani… İşte onu farklı, özel ve zor yapan kısım da burası aslında. Münzevi ya da bohem bir yaşam sürmekten bahsetmiyorum burada algılarımızın açık olmasından, kafamızın hep bir şeyleri kurcalamakta oluşundan, hayatın ve akışın/oluşun gözümüzde sürekli olarak bürümcüklenmesinden bahsediyorum. Ve elbette artık en iyi haline ulaşmış dil becerimiz… Bu tıpkı Japonların wabi sabi dedikleri şey gibidir, zamanın izi ve etkisiyle kendini bulmuş, kenarları yumuşamış, kimi yerde sırrı dökülmüş ama kimi yerde pürtükleri gidip cilalanmış gibi pürüzsüz, kıymıksız, “kaymaklaşmış” dil becerimiz. Kulağa nasıl geliyor bilmiyorum ama işte tam da burası gerçekten işlek bir caddeye, meyveleriyle eğilmiş dallara, rüzgârda vakur bir fısıltıyla salınan buğday tarlalarına benziyor. İşte emekli, zahmetli ve zamanla oluşması bundan. Şuna kabul, kimileri buna doğal olarak sahip ve er ya da geç bir gün o ilahi hediyesini buluyor içinde ancak kimilerinin o hediyenin kendisine takdim edilmesi için ikinci bir doğum gününe hazırlanması gerekiyor. Sanırım bizi de bu kısım ilgilendiriyor.
İşte buraya odaklanmanın hayati önem taşıdığını düşünüyorum. Sırf “tutuyor” diye ya da “her yerde o tarz kitaplar var” diye bu işe kalkışmak yerine yazar olmak hakkında düşünebiliriz. İnsanlara ne anlatacağız? Peki onu neden biz anlatacağız? Biz neden onu anlatacağız? Gerçekten onu mu anlatmak istiyoruz? Onu anlatmak için burada olduğumuza gerçekten inanıyor muyuz? Bu basit ama etkin sorular aslında çok önemli. Çünkü yazar olmak bu soruları hem dışa dönük olarak hem de içimize dönerek cevaplarken biraz içsel/sezgisel bir netlik de istiyor sanki.
Sahiden onu anlatmak için mi yaratıldık? Biz miyiz onu tebliğ için seçilen? Bu bir inançtır. Bu inanç o kadar çok şeyi yeşertir o kadar kıymetli bir toprağı işlemeye uygun hale getirir ki… Ve bunu sadece biz biliriz.
Bunlar ve daha pek çok nedenle herkes işe, kendisine yazar olmak mı yoksa kitap çıkarmak mı sorusunu sorarak başlayabilir. Çünkü Maslow’un yaşam tutkusunun tesisine yönelik tespitlerini hedeflerken yolumuzun hayal kırıklığı ya da tuhaf bir mahcubiyet ya da beklenmedik bir başarısızlıkla kesişmesi de ihtimaller arasına girebilir. Hayatta heves ve azim kadar önemli bir şey daha var sanki: Öz samimiyet… (kabul, bunu ben az önce uydurdum.)