Güncelleme Tarihi:
Her şeye büyük ümitlerle başlarız: Biriyle tanışırız, hoşlanırız, birkaç güzel gece geçirir, sinemaya ya da yemeğe gideriz... "İşte", deriz, "işte şimdi hayatımın erkeğiyle karşı karşıyayım". Ama onun buna cevabı "ben seni ararım"dan öteye gitmez. Peki, neden ilişkiler masallardaki gibi devam etmez? Neden, kurbağa prense dönüşüp de hayatımızın sonuna kadar bizimle birlikte kalmaz?
Acaba eksik olan bir mucize midir, yoksa çekim gücü mü? "Sex and the City" kadınlarının söylediği gibi her erkekte tıpkı taksilerde olduğu gibi "boş" ya da "dolu" tabelalarını mı aramak gerekir? Ve dünya üzerinde doğru erkeği bulmanın yöntemlerini bize söyleyebilecek herhangi biri bulunur mu?
Modern araştırmacılar kısa bir süre önce bu soruların cevaplarını bulduklarını iddia ediyorlar. Buna göre erkeğin bağlanma sorununun öncelikle zamanlamayla ilişkili olduğunu belirtiyorlar. Bu sonuca ulaşanlardan biri, tam dokuz yıldır toplam 2.500 çift üzerinde araştırma yapan Amerikalı bilim adamı John T. Molloy. Hedefi; bu yıl ABD' de en çok satanlar listesinde yer alan kitabına da verdiği isim gibi "Why Men Marry Som! Not Others" (Erkekler Neden Evlenir, Bazılarıyla Evlenmez) sorusunun yanıtı.
Daha kaç kurbağa öpeceğiz
John T. Molloy'a göre kendilerini ancak ekonomik açıdan güvence altında hissettikleri andan itibaren ciddi bir şekilde birilerine bağlanma ihtiyacı hissediyorlar. Ve bazı erkekler! 28 - 32 yaşlar arasında ekonomik ulaştıklarından, ilk ciddi niyetleri de işte bu yaşlarda ortaya çıkıyor. BU arada yaşları ne kadar ilerlerse bağlılık dereceleri o kadar artar gibi bir inanış, sizi kendinizi kandırmaktan öte götürmez. Çünkü 43 yaşına gelmiş ve hala ciddi bir ilişki kuramamış erkeklerin, John T. Molloy'a göre hayatta pek şansları yok. Bu tarz erkekler psikolojik olarak karar verme yetileri gelişmemişler grubuna giriyor.
John T. Molloy'un araştırmaları sırasında üzerinde durduğu önemli detaylardan biri de, yalnız kadınların bilimsel olarak kaç kurbağayı öpmek durumunda oldukları. Her ne kadar araştırmalarım bilgisayar ortamında gerçekleştirmiş olsa da, gerçek hayata oldukça yakın sonuçlara vardığını söylemek mümkün. Molloy, erkeklerin partner seçimini elma seçimine benzetiyor ve kendisi için en doğru olanı bulana dek kaç tane elmayı ısırdığını araştırıyor. Tabii, elmanın gerçek hayatta kadının ya da erkeğin "hayır" deme olasılıklarım da göz ardı etmediğini varsayıyor. Sonuç, her iki cinsin de ne kadar iddialı olduğuna bağlı olarak değişiyor. Yani kişi kendi malına güvenip, değerini ne kadar yüksek tutarsa, kazancı da o kadar yüksek oluyor.
Çok ilişki kafa karıştırıyor
"En iyisi, yeterince iyi"... Belki de ortaya çıkan bu sonuç biz kadınları pek memnun edecek cinsten değil. Çünkü mükemmeli arayanlar için bu, eli boş kalmak demek. Bu durumda aynayı kendimize döndürüp, sahip olduğumuz elmayla ilgili özeleştiri yapmamız gerekiyor. John T. Molloy, şansı arttırmak için katılımcıların doygunluk seviyelerini yüksek tuttuklarını belirtiyor. Ve sonuç: Bireylerin yüzde 70 ya da 8O'i çift olmayı seçiyor. Bu oran maalesef bir türlü hayatını paylaşacak birini bulamayan mükemmeliyetçilere oranla oldukça iyi. Daha açık söylemek gerekirse, çok fazla elmanın tadına bakan erkekler, bir süre sonra asıl tadı kaçırıyorlar: Acaba 10 numara daha mı tazeydi, 20 daha mı güzeldi yoksa tam tersi miydi? Peki, ya 30 numaraya geldiğinde aslında iki numaranın çok daha iyi olduğunu ama onun da çoktan evlenip çoluk çocuğa karıştığım öğrendikten sonra ne olacak? Bu kararsızlar grubu üyeleri ya hayatları boyunca yalnız kalmaya mahkum oluyorlar ya da romantizm, gerçekçilik ve çevresindeki fırsatlardan yararlananlardan daha kötüsüyle yetinmek durumunda kalıyorlar. Rakamlara vurmak gerekirse; araştırmalar, mükemmel partneri arayanların ortalama 37 deneme yapması gerektiğini belirtiyor. Ama yine de doğru insanı bulamamış olmanın verdiğin rahatsızlığın üzerlerinden atamamış oldukları da açıklanan sonuçlar arasında
Psikolog Derya Öztürk, bu konuda şu açıklamayı yapıyor. İster kadın ister erkek olalım, yaşadığımız ilişkilerde odağı kendimize çevirmemiz gerekiyor. Çünkü gerçekte tüm hayatımızı bilinçaltımız yönetiyor. Ve hayatımızda birtakım değişiklikler yapabilmek ve istediğimiz sonuçlara ulaşabilmek için dikkatimizi kendi üzerimize çevirmemiz gerekiyor.
Eğer mutlu bir ilişki yaşayamıyorsanız ya da hayatımızda istediğimiz noktalara bir türlü varamıyorsak, öncelikle bunun altında yatan gerçek nedenleri bularak ortadan kaldırmamız gerekiyor. İnsanlar sık sık hayatlarında gerçekleştirmek istedikleri değişikliklerden söz eder. Yaşadıkları her ayrılık ve hüsran sonrasında "bir daha böyle birisi ile olmayacağım", "bir daha ilişkilerimde böyle davranmayacağım" derler. Ama sürekli olarak hayatlarına hep aynı tip insanları çekerler. Aynı yanlış ilişkileri yaşarlar ve çoğunlukla da aynı hataları işlerler. Sonra da kendilerine kızar, öfkelenir, söylenir ve acımasızca yargılarlar. Bu kısırdöngü bir gün, "ben nerede hata yapıyorum?" ya da "neden ilişkilerim hep böyle sonuçlanıyor?" sorusunu sorana ve kendileriyle dürüstçe yüzleşene kadar sürer. Aslında bu kısırdöngünün sürmesinin tek nedeni, davranışlarını sürekli değiştirme çabalarıdır. Oysa yapılması gereken şey, o davranışın altında yatan nedene yönelmek ve onu değiştirmektir.
Eğer davranışın altında yatan gerçek nedenler bilinirse, istenmeyen tüm sonuçlar ve tüm olumsuz davranışlar kolaylıkla değiştirilebilir. Öncelikle yapılması gerekense bilinçaltındaki korku ve olumsuz inançlardan arınmaktır. Tüm psikolojik rahatsızlıkların, olumsuz davranış kalıplarının ve mutlu bir ilişki kuramamanın temel nedeni kişinin çocuklukta geliştirdiği ve öğrendiği korku ve olumsuz inançlardır.
Özellikle çocuklukta yaşanan travmaların, tacizin, aile içi şiddetin, anne-baba ayrılığının ve olumsuz anne-baba modelinin ileride kişilerde çok ciddi psikolojik rahatsızlıklara, hatalı kararlar vermelere ya da olumsuz ilişkiler yaşamaya neden olur. Oysa pek çok rahatsızlıktan ve sürekli tekrarlayan olumsuz ilişki kalıplarından kalıcı olarak ve kısa sürede kurtulmak mümkün. Kişi, bilinçaltında neye inanıyorsa, gerçek yaşamında da onu yaşar. Dolayısıyla zihnini, vücudunu ve duygularını şartlandırıp yeniden programlayarak mutlu bir ilişki kurabilmek mümkün. Çünkü bizi biçimlendiren, hayatımızdaki olaylar değil, o olayların ne anlama geldiğine dair inançlarımızdır. Eğer hızla değişmek istiyorsak, ilk edinmemiz gereken inanç şimdi ve kolaylıkla değişebileceğimizdir. Beynimiz neye inanıyorsa, vücudumuz da onun emirlerini uyguluyor.