Güncelleme Tarihi:
Puslu sonbahar günlerinde, İstanbul'un yağmurlu sokaklarında dolaşırken, hala kendimi iflah olmaz bir aşık sanırım. Eski alışkanlık işte, 17 yaşımın melankolik günlerinden beri ara sıra depreşir bu bende. Sanki terk edilmişim de, Atilla ilhan'ın Yağmur Kaçağı kadar yalnızmışım bu kocaman şehirde. Bu yüzden sık sık Edip Cansever'in Bezik Oynayan Kadınlarıyla buluşurum Çukurcuma'daki antikacıdan devşirme bir kafede. Karşılıksız aşklar, ihanetler, talihsizlikler, mutlak yalnızlıklar üstüne konuşuruz saatlerce. Arasıra "Ruhi Bey" de katılır bize... Ah Ruhi Bey, hala kendine ait olamayan bir aşkın ve ihanetin hayaletleriyle boğuşur durur. Ama kendine sorarsanız; "İyidir, iyidir!" Dolmabahçe yolunda kuru yaprakların hazanı, Ortaköy'de lodos dalgaları, Beyoğlu'nda rüzgarlı sinema kapıları hep içime dokunuyor, çok aşığım ya, terk edildim ya, işte yine "Elde Var Hüzün!". Evet Çok aşığım, ama sevgilim de bana çok aşık. Üstelik birlikte sahiden çok mutluyuz. Peki ama nedir bendeki bu kederli tripler?
Kaybetme korkusu olmazsa aşk biter!
Bazen ona da yapıyorum, mesela durduk yerde küslük çıkarıyorum. Söylediklerini ters algılamışım gibi, sanki beni o sözlerle kasten yaralamış gibi, aslında beni sevmediğini ima etmiş gibi davranıyorum. Tabii ki hırçınlık yapmadan! Hemen boynumu büküyorum, dudağımı sarkıtıyorum, gözlerinin içine masumca bakıyorum! Canıım, ne olduğunu hiç anlayamıyor, hemen sarılıyor bana, saçımı okşuyor, gözlerimden öpüyor, beni çok sevdiğini tekrarlayıp duruyor! Bende ise sevilmeye ve korunmaya muhtaç yavru kedi halleri... Öyle zamanlarda bana sahiden bayılıyor. Aslında bakmayın, o da hiç kolay bir aşık değil bazı halleriyle. Mesela en olmayacak yerlerde kıskançlık krizlerine girer, o günü ya da geceyi bile bile kabusa çevirir. Onu ne kadar sevdiğime ikna edene kadar resmen kırk takla atarım. Evet biliyorum, bunlar aşkın tatlı nameleri, iki aşığı birbirine daha çok yaklaştıran sevda oyunları... Ama bir de öbür pencereden bakalım kendimize.
Aşk ve sevgi söz konusu olduğunda bir yanımız nasıl da zedeli, güvenimiz ve inancımız nasıl da ince bir pamuk ipliğine bağlı. Sık sık ikna edilmeliyiz çok sevildiğimize. Her defasında onaylamalı bizi sevgili, ilgisini üstümüzden bir an bile eksik ederse bin türlü şüphe kurtları aklımızı da ruhumuzu da için için yemeye başlar.
Aşk felaketimiz mi?
Gerçekten de insan aklı çok tuhaf ve cidden çok ürkütücü. Böyle zamanlarda, kötü durum senaryosu yazma dalında, inanın hepimiz Oscar büyük ödülüne layık görülürüz. Başımıza gelemeyecek en büyük felaketleri kendimiz yazarız ve yazdıklarımıza da hemen inanırız. Kimbilir siz de kaç kez; "Biliyordum zaten böyle olacağım" diye başlayan ve tabii ki sonu ağlamaklı biten cümleler kurdunuz arkadaşlarınıza. Onun ise hiçbir şeyden haberi yok, yalnızca toplantıda olduğu için üç kez aramanıza rağmen telefonunu açmadı. Ya da bugünlerde çok dalgın, anlattıklarını dinlemiyor. Hayır canım, başka bir kadına aşık olduğu için değil, yalnızca işleri pek iyi gitmiyor da ondan. Aşkın gücü galiba koşulsuz güven duygusunda yatıyor. Ama biliyorsunuz, onu ele geçirdiğimiz zaman da aşkın gücü birden bire zayıflamaya başlıyor. Kaybetme korkusunun ortadan kalkması kadar aşkı bitiren sanırım başka bir duygu yoktur. Özenler kalkıyor ortadan, incelikler bir başka aşk sancısına kadar çekmecelere saklanıyor, sıradan bir kadınla erkeğin yan yana yürümesine dönüşüveriyor ilişki. Ne kadar da sıkıcı değil mi? Aşk ateşinin her an yanık tutulması için bir mücadele olmalı. Biri huysuzluklar çıkarmalı, öbürü çekip gitmeli, diğeri ona gitme diye yalvarmalı, kavga etmeli, kavganın sonunda çılgın gibi sevişmeli, onunla da onsuz da yaşanamamalı... Hatta daha da ötesi... İmkansız olmalı aşk... İmkansızlık büyütür aşk, dağları aşar, çölleri geçer!.. Ölümcül tutkuların yangınlarına yanmak, ah bilseniz ne kutsaldır!..
"Ya seversin beni, ya da ölürüm" diyor kadın adama! Yaşam ölümle bıçaksırtı! Son soluk her an üflenmeye hazır... Bütün filmlerde, bütün romanlarda, bütün şiirlerde, en büyüleyici aşk hikayelerinde, büyük aşk diye bize öğretilenler, imkansız olanlardı. Bu yüzden diyorum ya, mevzu aşk olunca, bir yanımız nasıl da zedeli diye. Yanımızda bizi seveni, gözümüzün içine aşkla bakanı değil de, hep bırakıp gideni düşünürüz, onu ne kadar çok sevdiğimize, onsuz öleceğimize inanırız. Bizi mutlu edeni hatırlamayız da, mutsuzluktan ölüm noktasına taşıyanı hiç unutamayız. "Çünkü aşk ölüm gibi kuvvetlidir" diyor Neşideler Neşidesi'nde. Tanrı aşıklara aşkın kanatlandırıp uçuran coşkusunu, çöl rüzgarlarının sersemletici hazzını, şimşeklerin ani parlayan ışığını ve telaşını, sürüden aynlıp özel biri olmanın ayrıcalığını vermiş ama, huzur vermemiş. Dünya üstünde gelmiş geçmiş en büyük aşık olan Don Juan bile, Figaronun Düğünü'nde, Da Ponte rolüyle sahneye çıktığında; "Huzur bulamıyorum / Ne gündüz ne gece / Ama böyle eriyip bitmeyi de / Ne çok seviyorum." diye aryalar söylüyor! Huzuru bulduğu bir aşka kaç gün katlanırdı acaba, aşkın acısıyla kendini özel ve önemli hissettiği kalbi!..
Aşkın öyle çok halleri var ki, sevgi dolu sarmalamalar, itişip kakışmalar, arkadaşça gelişen boyutlar, cinselliği en yükseğe taşıyan tepe noktalar, kolunun altına sığınmalar, şefkatle bağrına basmalar, uzağı yakın eden büyülü sözcükler, yakını uzağa fırlatan öfkeler... Hatta sıradan bir hayatı kendince özel ve de değerli kılmanızı sağlayan platonik aşklar... Ama galiba biz en çok aşkın tutku halini seviyoruz. Açgözlülükle, arsızca imkansız olanı istiyoruz çünkü. Tutku bizi sıradanlıktan çıkarır, limitlerimizi yukarıya çeker, hayatın sınırlarında dolaşmanın ürpertici heyecanıyla kuşatır... Tavizsiz, kararlı, gözü kara ve istediğini gidip alacak kadar güçlü bir kadın oluveririz birden bire. Aşık bir kadından korkar herkes. Bilirler ki o her şeyi yapar. Çünkü hiçbir kadın aşksız kendine tahammül edemez, aşksız bu dünyaya tahammül edemez...
Kaynak: Elele