Güncelleme Tarihi:
Anladığım kadarıyla eleştirilerin odak noktası “yasadışı yollardan elde edilen ses kaydının yayımlanması”. Hürriyet, neden tavır değiştirdi? Nasıl oldu da yasadışı yollardan elde edilip internet üzerinden servis edilen bir ses kaydını haber yaptı?
Aslında bu soruların yanıtları, Koşaner’in o konuşmasıyla ilgili haberde veriliyor. Koşaner’in o sözleri, “haber değeri”ni açıkça ortaya koyuyor. Bir genelkurmay başkanının PKK ile mücadele konusundaki samimi düşüncelerini sergilediği o metni yayımlamamak düşünülemezdi bile. Bu ülkede yaşayan herkesin o konuşmayı bilmek hakkıydı.
Ölçü de budur zaten. “Haber değeri” dediğimiz kavramın temel dayanağı “Kamu yararı olup olmadığı”dır. Eğer bir “ses kaydı”nın yayımlanması konusunda karar verirken “kamu yararı” açısından bakmazsak pusulayı tutturamayız.
Burada temel ölçümüz, o ses ya da görüntü kaydının yasadışı yollardan elde edilip edilmediği olamaz. Elbette bir ses ya da görüntü kaydının illegal biçimde tespit edilmiş olması önemli bir unsur. Haberimizde konunun bu tarafını vurgular, faillerinin bulunması için çaba harcar, takipçi oluruz.
Ama illegal de olsa bir ses ya da görüntü kaydı, kamuoyunun bilmesinde yarar olan bir bilgiyi gün yüzüne çıkarıyorsa –kontrol edip, teyidini almış olmak koşuluyla- onu yok sayamayız. Koşaner’in konuşması da görmezden gelinemeyecek kadar önemliydi. Nitekim kimse kalkıp Koşaner’in sözlerinin yayımlanmasıyla “özel hayatın gizliliği ilkesinin ihlal edildiği”ni savunamadı.
Hürriyet, daha önce İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı iken yurtdışında basına kapalı toplantıda yaptığı konuşmanın ses kaydını yayımladığında da itiraz gelmemişti. Onda da aynı şekilde içerik belirleyici olmuştu.
Zira “kamu yararı” ile “özel hayat” kavramları bir terazinin iki kefesi gibidir. Terazinin hangi kefesinin baskın olduğunu belirleyen ne yasalardır ne de yargıç ve savcılar. Bakın Ergenekon davasında mahkeme kararlarıyla yapılan yasal dinlemeler var ve o kayıtların bir kısmı davayla ilgili olmadığı, özel hayatı ilgilendirdiği halde iddianameye girdi, kimi gazeteler de alıp onları yayımladı. İnsanların sevgilileriyle, arkadaşlarıyla sohbetlerini deşifre etmek gazetecilik etiğine uygun olabilir mi? Bence hayır.
Eğer kaydın içeriği “özel hayat”la ilgiliyse yasal ya da yasadışı yollardan elde edilmesinin değeri kalmaz. Ama orada da kişilerin kendileri kamuya mal olmuş isimler ise o zaman yine kayıtlar yok sayılamaz. Örneğin Deniz Baykal ve MHP yöneticileriyle ilgili görüntü ve ses kayıtları, “özel hayat”la ilgiliydi; o görüntüleri yayımlamak ahlaki değildi. Fakat siyasi kişilikler oldukları için ayrıntıya girip görüntüleri vermeden sadece olayı aktarıp, çıkan siyasi tartışmaları, istifalar gibi gelişmeleri okurlara aktarmak zorunluydu.
Hatırlatmama gerek var mı bilemiyorum; ilkeleri uygularken çifte standarda düşmemek gerek. Ses ya da görüntü kayıtlarının elde ediliş yöntemi değil, içeriği ve kamu yararı belirleyici diyorsak, bu her kişi ve her durum için geçerli olmalı. Muhatabının başbakan ya da gazeteci, muhalif politikacı olması bakışımızı değiştirmemeli.
Tabii gazetecilik etiğinden söz ediyorum. İllegal kayıtlar söz konusu olduğunda devlet adamları biz gazeteciler gibi davranamaz. Onlar öncelikli olarak içeriğe bakmak yerine, ivedilikle faillerin peşine düşmek durumunda. Yasadışı yollardan elde edilip servis edilen ses ve görüntü kayıtlarının sorumlularının çoğunun bugüne kadar yakalanamamış olması demokrasi adına kaygı verici.
Bununla da kalmayıp yasadışı kayıtların internet ortamında yayımlandıktan sonra aleniyet kazandığının kabulü doğrultusunda yasa hazırlığı yapılması ise vahim.
Şehit haberlerinde isim yanlışlığı
İNSANIN içine işliyordu o başlık: “Anne ben şehit olmadım”. O başlığı görüp de devamını okumadan gözünü diğer haberlere kaydırmak mümkün değildi:
“Hain saldırıda Uzman Çavuş Sadettin Arslan’ın adı da şehitler arasında geçti. Kayseri’nin Yıldızevler Mahallesi’nde oturan ailesi, nişanlı olan oğullarının adı da şehitler arasında geçince büyük üzüntü yaşadı. Ancak, saldırıya uğrayan birlikte görev alan ve 15 saniye farkla ölümden döndüğünü söyleyen Sadettin Arslan, dün fırsat bulup annesi Cennet Arslan’ı telefonla aradı ve ‘Anne ben şehit olmadım, yaşıyorum’ dedi.”
19 Ağustos’ta çıkan bu haberi okuyunca insan ister istemez, o ailenin yaşadığı tarifsiz acıyı düşünüyor. Oğullarının sesini duyana kadar cehennem azabı yaşamışlardır herhalde. Kimin ne hakkı var bu insanlara bu acıyı yaşatmaya? Bu yanlış haberin sorumlusu kim? Bu soruları sormak durumundayız. Bir gün önce Hürriyet’te çıkan “Hain pusu 10 şehit” başlıklı haberde şehitler arasında Sadettin Arslan’ın da adı veriliyordu. Arslan’ın ismi, başka gazetelerde de şehit olanlar arasında geçiyordu. Bu haberlerin yazıldığı saatlerde henüz Genelkurmay’dan resmi açıklama yapılmamıştı. Gazeteciler kendi kaynaklarından öğrenmişlerdi “şehit”lerin isimlerini. Ama yanlış yapmışlar.
Bu acı örneğin bir daha yaşanmaması için “şehit” haberlerinde acele etmemekte yarar var. Zaten Genelkurmay, son derece doğru bir tavırla ailelere haber vermeden açıklama yapmıyor. İsimleri yazmak için ailelere ziyaret ya da Genelkurmay açıklaması beklenebilir. Hem bir isim eksik yazılsa haberciliğe gölge mi düşer? Yanlış isim verip aileleri boş yere üzmektense bırakalım eksik kalsın.
Okurdan kısa kısa
- Ramazan Öztürk: 4 Eylül’de Ankara Eki’nde “Bayramın Gözdesi Hayvanat Bahçesi” haberinde “Sevimli filleri uzun süre meraklı bakışlarla izleyen çocuklar” ibaresi vardı. Buna dayanarak çocuklarımla filleri seyretmeye gittik ama fillerin üç yıl önce öldüğünü ve henüz hayvanat bahçesine fil alınmadığını öğrendik. Bizi yanılttığınız için sizi protesto ediyoruz.
- Abdurrahman Uslu: “Kurşun geçirmez cam ve zırhını kendine ateş ettirerek tanıttı” başlıklı haberde tabancayla ateş edildiği yazılmıştı. Ama haberin üzerindeki fotoğrafta ateş eden kişinin elinde bir tabanca değil Kalaşnikov (AK-47) tüfek vardı.
- Prof.Dr. Emrullah Güney: Bir demeç veriyor politikacı. Gazetede yer alıyor. Üst üste iki nokta yok. Türkçenin cümle kuruluş kuralları vardır. Uyulmuyor. Gazetenizde sık rastlanıyor. Rahatsız edici. Düşünelim ki, Hürriyet’i ilköğretim, lise öğrencileri de okuyor.
- Murat Yılmaz: Geçen hafta yazınızda bilirkişiler tarafından 191 Km’de duran ibrenin doğruyu göstermeyeceğini, bilirkişilerce belgelemek istediniz. İyi güzel de o araçların kazadan sonraki halleri neden ilginizi hiç çekmedi ve o bilginlere bunu da sormadınız? İstanbul sahil yolunda Yenikapı’dan Bakırköy’e giderken 50 Km süratle tahdit edilmiş o yolda gece saat 22.00’den sonra ne tahdide uyan var ne de o virajlı duble yolun sürat tahdidine uyan. Var mı orada bir kontrol? Asla yok. Ben o 191’in doğru olduğuna inanmaktayım.
- Mesut Çağdaş: 6 Eylül’deki Hürriyet’te “HES nöbetçilerine gazlı müdahale” başlıklı haberde göstericilere jandarma ve çevik kuvvet ekiplerinin biber gazıyla müdahale ettiği belirtiliyor. Oysa televizyon yayınlarında görüldüğü üzere, jandarmanın bir müdahalesi özellikle de biber gazlı müdahalesi yok.