Güncelleme Tarihi:
Bir edebiyat metni herhangi bir gizi barındıran bir şey değildir, fakat edebiyat metninin bizzat kendisi tümüyle bir sır olarak çıkar okurun karşısına... İyi edebiyat biz okudukça açıldığı kadar, aynı anda bir sır gibi yiter de gözlerimizin önünde. Derrida bu nedenle ‘metinlerin sürekli ve doğası gereği bütünüyle yitip gitme riski altında bulunduğunu’ söyler (Platon’un Eczası). Edebiyat bir yandan yitip gideni (bu yiten ister zaman olsun ister bir kedi, ister bir sevgili) dile getirmeye, onu sözcükler yoluyla buraya, şimdiki zamana geri getirmeye nafile ve şanlı bir biçimde çalışırken bir yandan bu yitişten payını alacaktır ve bizzat kendisi bir yitişin öznesine dönüşecektir bazen. Belki de bu nedenle kayıp bilinen edebiyat eserlerinin keşfi tüm dünyada okurlar nezdinde ürpertili bir heyecan doğurur, bir sevgili hayalet gelmiş gibi olur...
Türkiye’de bu yılın büyük keşfi Yusuf Atılgan’dan geldi; 1960-61 yıllarında yazdığı ve beğenmeyip yok ettiği bilinen yapıtı ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’dan artakalmış ve eşi Serpil Atılgan’ın özeniyle bulunmuş 20 sayfalık bir bölüm, Faruk Duman’ın hazırladığı ‘Siz Rahat Yaşayasınız Diye’ başlıklı Atılgan metinleri derlemesinde ilk kez okur önüne çıkıyor. Birkaç yıl içinde peşpeşe gün ışığına çıkan diğer kayıp edebiyat eserlerinin, örneğin Walt Whitman’ın kayıp romanı ‘Jack Eagle’ın, F. Scott Fitzgerald’ın yayınlanmamış son öykülerinin, Neruda’nın bilinmeyen 20 şiirinin, Tanpınar’ın ‘Suat’ın Mektubu’nun, A. Ağaoğlu’nun ‘Sessiz Bir Adam’ının yayınlanmasından edebiyat takipçilerinin duyduğu heyecanı köpürtecektir ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’.
Atılgan’ın yayınlamadığı romanında başka neler vardı bilemiyoruz elbette ama gün ışığına çıkarılan kısmın merkezinde Atılgan okurlarının ‘Aylak Adam’da, öykülerde ve daha vurucu bir biçimde ‘Anayurt Oteli’nde ve natamam ‘Canistan’da bulabilecekleri bir maddesel ve ruhsal sıkışma, bir kasılıp taşlaşma hali, düpedüz bir felç var: Bedensel eyleme yetisini yitirmiş bir 14 yaşında birey olan Ali’nin etrafında örülen bir köy yaşamı, psişik ve libidinal açılardan kabarmaya ve taşmaya müsait bir sülaletopografyası...
D.H. Lawrence’ın ‘Lady Chatterley’inde ya da J. Joyce’un ‘Dublinliler’inde bir benzerini bulabileceğimiz bu felç atmosferi, varoluşun işleme biçimini tam da engellendiği/ yasaklandığı çentikler üzerinden gösterme amacı taşıyor. Hayatı durduran bir nihilizm yok Atılgan’da, hayatı kımıldatmaya dair ters yönden bir çağrı ya da övgü var. Felçli ayağına konan bir sineği uzaklaştıramayan Ali’nin meselesi biraz da tüm ailesinin meselesi, yani taşkın doğanın ortasında cinsel arzunun kaygan ve dairesel zemininde bir sevgi üretmek, bu sevgi Yusuf Atılgan’da her zaman insanın kendi etine ve başkasının etine yaptığı bir zulme benzeyecek olsa da. Sevgi ile zulüm arasındaki, esirgeyen merhamet ile esirgemeyen acı arasındaki geçişken sınırı tüm yoğunluğuyla yaşayan karakterler üretmeye devam ediyor Atılgan: Müthiş bir karınca yüzdürme deneyi yapan Ömer de, cinsel iştahla dolu etin ‘dar sokağından’ geçmeye yeltenen ve cezalandırılan Fatma da böyle.
Bu derlemede Atılgan’ın elinden çıkma, ilk kez okurla buluşacak başka birçok pırlanta parçası daha var: Atılgan’ın yazmak ile yaşamak arasındaki zorlu diyalektiği kurduğu 1981 tarihli ‘Altmış Yaş İzlenimleri’ var; söyleşiler, dergi ve yayınevlerinin soruşturmalarına verdiği ipuçlarla dolu yanıtlar var; sanatı bir yer alma, köy kasaba ya da şehir, dünyada varoluşa bir yer açma meselesi olarak gerçekleştiren Atılgan’ın Manisa’dan Datça’ya hayatına değen yerleri (Akçakoca’daki mezarlık hariç değil) anlattığı ‘Köşeler, Yerler’ var; Nietzsche’ye, O. Wilde’a (‘yapamamış’), Beckett’e (‘organik’ değil) elinin tersiyle, Sokrates’e ve Kafka’ya (‘kendi evrenini yaratan bir tek’) elinin düzüyle dokunduğu ‘Elyazısı Notlar’ var; ses ile beden arası yırtıcı birer ritm çalışması olan şiirler var; 40’lı yıllardan mezuniyet tezi de hocası Tanpınar’ın isteğiyle yaptığı M. Arnold çevirisi de (Atılgan çevirilerinin bir kaynakçasıyla beraber) var; arılarla, acımasız kedilerle, ölü ya da canlı yavru serçelerle, enikli ya da yaralı köpeklerle çevrili çocukluk anılarını simgeselleşmeyen birer mesel halinde işleyen ‘Istranca’, ‘Köpekler’, ‘Avcı’ gibi metinler var. Ve bunların tamamında okurunu, yaşamaya dair hem etik hem pratik açılardan karar verilemez uç durumlara taşıyan, böylelikle aşkın, etin ve zamanın yaratıcı iç plastiğini açığa çıkaran o bildiğimiz Yusuf Atılgan işçiliği var.
Atılgan, Beckett’i organik olmamakla eleştirirken dış gerçekliği bir iç yaşama tecrüme ve temas ettirişte tıknefes kalma meselesini açıyor, belki beğenmeyip yayınlamadığı ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ romanında kendi yapamadığını duyduğu da buydu. Belki de diğer işçiliklerden, örneğin Onat Kutlar’ın ‘İshak’taki işçiliğinden, hatta Sait Faik’in arzu dünyasından, hatta belki de Orhan Kemal estetiğinden farklılaşamadığı yerler gördü romanında... Belki: ‘Faulkner’a benzediği için beğenmemiş romanını’ kolaycılığına kaçmayalım diye söylüyorum bunu.
“Soyut düşünceler, somut yaşamayla varılmışlarsa inandırıcıdırlar” diyor Atılgan ve yitip gidişin binbir tecrübesini edebiyat okuruna en somut haliyle şimdi burada yaşatmaya devam ediyor: Apaçık bir sır.