Güncelleme Tarihi:
“Bu sevecen ve göçle güçlenen kadının nihai hedefi ve yegâne umudu özgürce dalgalanan bir bayrak altında, onurlu ve güvenli bir yaşama ulaşmaktır.” Ayla Kutlu’nun son romanı ‘Yedinci Bayrak’, arka kapağındaki bu sözlerle ‘başladı’ benim için.
İnsan, özellikle kadın ve çevre konularını dert edinmiş olan Ayla Kutlu için kaçınılmaz bir durumdur: Yaşamı, dünyayı ve insanı kadın üzerinden sorgulamak ve yorumlamak. Bunu, asıl meselenin insan olmak olduğu bilinciyle yapar. Mesele ‘insanoğlu’ değil, ‘insan soyu’dur. Her şeyin hızla çürüdüğü dünyada insan kalabilmenin yollarını imler okuruna; okuru acıtır. Bilerek yapar bunu. ‘Kadın Destanı’ için “İnsan olma durumlarını anlattım... Hani o ayrıntı olarak, figüran olarak, renklendirme aracı olarak, cinsellik nesnesi olarak görülen ve gösterilen kadınlar var ya, onlar sizin gördüğünüz ve gösterdiğiniz gibi değildir” vurgusu, tüm eserlerinde gördüğümüz bir durumdur. 'Gılgamış Destanı’ndan el alarak yazdığı ‘Kadın Destanı’, Kutlu’ya tarihsel bir sorumluluk yüklemiştir. O sorumluluk, bu topraklarda beş bin yıldır yaşananları kadın diliyle anlatmak, dünyaya oya gibi işlemektir. ‘Kadın Destanı’nda Gılgamış Destanı’nın eril söylemine karşı geliştirdiği söylemi, kadını güneşe çıkararak gerçekleştirmiş olan Kutlu, kendisini de yazın dünyasında özgün bir noktaya taşımıştır.
ESERLERİ DİRENCİN SESİDİR
Ayla Kutlu, öykü ve romanlarında üstün özelliklere sahip kahramanlar yaratmadan, yaşananlarda yurttaş olarak kendisinin de sorumluluğu bulunduğunun bilinci içinde insanlığın tarih ve talihinin hüzünlü göçünü yazıp anlatmayı kendisine ‘iş edinmiştir’. İşini iyi yapan her insan gibi bilir ki yeri gelince yanlışa yanlış deyip doğruyu göstermemek insanı tarih önünde sanık durumuna düşürecektir. Bu nedenle eserleri direncin sesidir; hayal ve kurgu olmaktan çıkar, anı olmaktan uzaklaşır, sahici bir hal alır. Ya yaşanmıştır ya yaşanmaktadır ya da yaşanacaktır... Bu yaşanmışlığı ‘Yedinci Bayrak’ta da tanımladığı bir vatan üzerinde düşünür, kurgular ve gerçekleştirir.
“Vatan, farkında olduğumuz şeylerin toplamı. Bir toprak parçası değil yalnızca. Sahiplendiğimiz, üstündeki canlı cansız her şeyle, karnında sakladıklarıyla bizi var eden cennet!..” Görüldüğü gibi vatan; kadın/anne dilinin gereği olarak ‘toprak’ olmaktan kurtulur; karşımıza canlı; acıyan, üzülen, sevinen, (karnında sakladıklarıyla) yaşam bahşeden bir kimlikle çıkar.
YÜREĞE BATAN DİKENİ ÇIKARMAK
2017, Kutlu’nun yazarlığının, ilk yayınlanan romanı ‘Kaçış’ın gazetede tefrika olarak yayımlanmasının 40’ıncı yılıdır. Ancak, kendi adıma, yazarımızın ‘Zaman da Eskir’ isimli anılarını okurken karşılaştığım bilgilerden sonra, kendisinin yazarlığa doğduğu sene başladığı düşüncesine vardım: 1938’de Türk ordularının Hatay’a girip, askeri kışlaya bayrağı çektikleri, kadınların saçlarını kesip karargâh binasının merdiven ve salonlarını süpürmek için kullandıkları gün... Olağanüstü zengin bir sosyal, kültürel coğrafya içinde, Cumhuriyetin Kurucu Kuşağı’nın sevinç ve coşkusu yaşanırken başlayan çocukluk ve gençliği zamanın akışında Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) öğrenciliğine başlamasıyla birlikte yeni bir aşamaya evrilir. ‘Vatanın gözyaşlarını dindirecek’ kuşakları yetiştirmeyi amaç edinmiş olan SBF’deki öğrencilik yılları (1956-60), Türkiye’nin çokpartili siyasal yaşamının tıkanış ve yeni arayışlar dönemidir. Vatanın gözyaşlarını dindirmekten başka bir aşk düşünmeyen gençlerin tek dertleri bir an önce mezun olup ülke sorunlarına çözüm bulacak makam ve mevkilere geçmek, ülkenin kötü gidişini durdurmaktır.
SBF 1960 mezunu olan Ayla Kutlu, aldığı öğrenci bursu nedeniyle mezuniyeti sonrası İçişleri Bakanlığı’nda (Atama Şube Müdürlüğü) işe başlar. O yıllarda kaymakamlık mesleğinin kadınlara kapalı tutulması nedeniyle Ayla Kutlu, 1970’lerin başında Başbakanlık’a uzman olarak atanır ve Kanunlar Dairesi’nde çalışmaya başlar. Kendisine verilmiş önemli dosyalar üzerinde titizlikle çalışır. Keban Barajı’nın inşası sürecinde Başbakanlık’a intikal eden şikâyet dilekçelerinin incelenmesi sonucunda düzenlenmiş müfettiş raporlarının değerlendirilmesiyle ilgili olarak yaptığı saptama ve önerileri üst yönetimin dikkatini çeker. Birileri rahatsız olmuştur. Yukarılardan bir ses, ‘cin olmadan adam çarpmaya kalkıştığı’ gerekçesiyle Ayla Kutlu’nun oradan uzaklaştırılması talimatını verir. Böylece Ayla Kutlu, Meşrutiyet Caddesi’ndeki Neşriyat ve Müdevvenat Dairesi’ne hiçbir iş verilmemek kaydıyla gönderilir. Görevi, bir odada iki eski memurla oturmaktan ibarettir.
Bu olayın en başında, onun İçişleri’ndeki görevinden alındığını duyan ‘Efsane Kaymakam’ Mehmet Can’ın şu sözü, bürokrasideki geri gidişi ve ötekileştirmeyi tarihlemektedir: “Yazık, Cumhuriyet’in güzel kızını Meşrutiyet’e sürmüşler.” Sağırlar ve dilsizler okulunu andıran bu yer, ‘çilehane’dir artık. İşini iyi yapan her kamu görevlisini bekleyen sonun yarattığı sessizlik dönemi, uzman Ayla Kutlu’nun yazar Ayla Kutlu’ya dönüşmesi sürecini başlatmıştır. Artık, ‘Kaçış’ kaçınılmazdır.