Güncelleme Tarihi:
James Wood ‘Hayatın En Yakın Benzeri’nde (Can Yayınları) “... yazarın işi gerçekliği yavaş yavaş geri çekilmekten kurtarmaktır” diyor. Geri çekilmek: Gençliğimizden kalma bir yaz günü, deniz kıyısı, kayalar, gökyüzü. Bunlar geçip gitmiş. “Dünya aynıydı ama aynı değildi çünkü anlamı değişmişti...”
‘Hayatın En Yakın Benzeri’ni Ülker İnce’nin çevirdiği bir eser diye okumaya başlamıştım. Bazı çevirmenler daha ilk adımda güzel eserlerin müjdecisidirler; Ülker İnce’nin dilimize kazandırdığı kitapları mutlaka okumak isterim.
James Wood 1965 doğumlu bir yazarmış. Eleştirinin, denemenin yanı sıra iki de romanı varmış. James Wood çağdaş edebiyattan yola çıkarak kurmaca sanatının gizlerine, puslu sayılabilecek bölgelerine, bütün bütün belirsiz kalmış alanlarına açılıp gidiyor. Kişisel okumalarından, kişisel deneyimlerinden de iz sürerek... ‘Hayatın En Yakın Benzeri’ni çok severek okudum.
Zamanı durdurmak istemek mi yazmak? Zamanın hiç duraksamadan ve durmaksızın akıp gittiğini bilerek. Belki de geçip gitmiş bir zamanı olanaksızca durdurmaya çalışmak! Bunca yıl yazdım, zaman üzerine çok düşündüm, yine de zamanı durdurmaya çalıştığımı kavrayamamışım. James Wood ise böylesi bir yaklaşım içinde; kurmacanın gerisinde sık sık ölümle ödeşmeyi saptıyor. Katherine Mansfield o eşsiz güzellikteki öyküsü ‘Yolculuk’ta küçük kız çocuğunun boyuna yitip giden saniyelere kaygılanmasını da anlatır. Proust için zamana yazıyla, ancak edebiyatla ruh üflenebilir. Tanpınar bir daha geri gelmeyecek zaman karşısında yas tutar. ‘Hayatın En Yakın Benzeri’ kurmaca sanatının bir yandan da ‘öldürdüğü’nü vurguluyor. Önce yeniden yaşatmak ama sonunda -hiç istenmemişken- sona erdirmek...
Alıntılıyorum: “Don Quijote üç gün daha yaşadı, vasiyetini yazdırdı, sonra ‘yanında bulunan ve ağlayıp inleyen insanların arasında ruhunu teslim etti, yani kısacası öldü.’ O kullanılan dilin yoksulluğu, neredeyse acemiliği, hiç genleşip duygusallaşmaması çok dokunaklıdır, sanki Cervantes’in kendisi bu olaya şaşırmıştır, kendi yarattığı kişinin ölümü karşısında öylesine kederlenir ki dili tutulur sanki.”
‘Hayatın En Yakın Benzeri’ kurmaca sanatıyla uzak yakın ilişkisi olan her okur için çok yararlı bir kitap. Roman, öykü, tiyatro oyunu; yazarken amaçlananla ortaya çıkanın benzerlikleri, özdeşlikleri ve birbirinden ayrılıp gidişleri, birbirlerine ters düşmeleri inceden inceye düşünülmüş, okura da duru bir anlatımla yansıtılmış. m
HEPİMİZ MERT GÜRİZ!
Yekta Kopan’ın yeni romanı ‘Sıradan Bir Gün’ (Can Yayınları) elimden bırakamadığım bir kitap oldu. Şunu da ekleyeyim: ‘Sıradan Bir Gün’ bence Yekta Kopan’ın başyapıtı. Önce Armağan Gündoğdu’yu tanıyoruz; daha doğrusu onun Armağan olduğunu bilmeksizin anlattıklarını dinliyoruz Gündoğdu’nun. Karşımıza birdenbire Mert Güriz çıkıyor. Kim bu Mert Güriz? Nasıl tanımazsınız: O çok satan, çok okunan ‘kişisel gelişim kitapları’nın anlı şanlı yazarı.
Yani kendine öz kimliğini yitirmiş de takma isimle yaşamaya koyulmuş bir kişi... Fakat onun var olmasında, adım adım yol almasında elbette başka kişilerin de hem rolü hem payı var. Gerçeklikteki Mert Güriz nasıl gerçekdışıysa, Armağan’ın hayatındaki İrem’ler, Sedat’lar birer ikişer belirerek bütünüyle yalan bir dünyayı simgelemeye koyuluyorlar. Gerçi Adnan gerçekliğini bir ölçek koruyor ama geride koskocaman bir yalanlar dünyası. Öyleyken Yekta Kopan bizi bu yalanlar dünyasına götüren, hepimizi Mert Güriz olmaya zorlayan toplumsal panoramayı bütün dehşet vericiliğiyle yazıya dökmeye koyuluyor. Bana şöyle geldi: Yaşamın gerçekliğiyle edebiyatın, ‘yazı’nın ya da bozuk düzen kültürel ortamlarda edebiyatın yalan gerçekliğe dönüşmesi! Bu ürkütücü süreçte yaman bir iç sorgulama! “Bir gün Konfüçyüs’ün ağzından konuşuyorum, bir gün Mevlâna’nın. Her olayı bir hayat dersine bağlıyordum.” Sanki bütün konuşmalar, yazılıp çizilenler, görselde izlediklerimiz, sanki bizim bütün bilgiçliklerimiz, saptamalarımız. ‘Sıradan Bir Gün’ buraya sürüklenişimizin tedirgin edici romanı...