Güncelleme Tarihi:
‘Sözlerin Ağırlığı’nın kahramanı, Trieste’den kalkıp Londra’ya inen uçağın yolcularından Simon Leyland. 61 yaşında, çevirmenlik ve yayıncılıkla uğraşan bir adam. İçinde büyük bir rahatlama duyuyor. Zira yaklaşık üç ay önce beyin tümörü teşhisi konmuş, çok az bir ömrü kaldığını öğrenmiş ve “Artık hiçbir şeyin yararı yok” diye düşünmüş. Ne var ki filmlerin karışmasından kaynaklanan yanlış teşhiş olduğu çıkmış ortaya...
Simon’un hayatında radikal bir değişiklik yaratan bu olay bir merak unsuru olarak kullanılmamış. Hikâye boyunca sıklıkla gündeme gelse bile romanın asıl meselesi bu ölümlü hataya odaklanmıyor. Önemli olan bu olayın roman kahramanında yarattığı duygular ve düşünceler: “Yaşadığım günleri nasıl kullandım?” diye sorar kendisine Simon; “Yaşadıklarımda gerçek miydim? Düşündüklerimde, söylediklerimde, hissettiklerimde ve yaptıklarımda? (...) Mesele küçük şeyler değil, masum yalanlar, aldatmacalar ve zararsız kandırmacalar değil. Mesele büyük şeyler, önemli kararlar, anlamlı sözcükler, derinlerden gelip her şeyi kapsayan duygular...”
Tam 24 yıl sonra geldiği Londra’da -yeni bir hayata başlamak için- işte bu soruların yanıtlarını arar Simon. Ve elbette hafızasına, hafızasında derin izler bırakan anılarına başvurur. Bu sayede bizler de onu tanıma fırsatı buluruz: Devlet görevlisi hukukçu bir baba ile üniversitede Almanca, Fransızca edebiyat dersleri veren bir annenin tek çocuğu olarak Oxford’da büyümüş, “Sözcüklerin duyguların dışavurumu olmadığını, duyguların sözcüklerin içinde, doğrudan içinde bulunduğunu ve kendilerini o sözcüklerin sesinde dışa vurduklarını anlamayı” erken yaşta öğrenmiştir. Annesinin ani ölümünden sonra Oxford’daki eğitimini yarıda bırakıp Londra’ya kaçmış, orada dillerin ve sözcüklerin büyüsüne kapılarak çevresinde konuşulan tüm dilleri tanımaya karar vermiş ve nihayetinde arzusunu büyük ölçüde gerçekleştirmiştir.
Sonrasında aşkla tanışacaktır Simon; Trieste’li Livia’yla. Livia’nın babası öldüğünde, iki çocuklarıyla birlikte Trieste’ye taşınıp yayınevini devralmışlar, ne var ki 13 yıllık mutluluk Livia’nın ölümüyle sonlanmış, yayınevini yaşatma sorumluluğu Simon’a kalmıştır, ta ki ölümcül teşhisi öğrenene kadar... Gerçek ortaya çıkmadan kısa bir süre önce yayınevini satar. Önce şanssızlık gibi görünen bu durum aslında Simon’a yeni bir hayata başlaması için fırsat vermiştir. Tıpkı Cesar Pavese’in söylediği gibi; “Yaşamak güzel, çünkü yaşamak başlamaktır, her zaman, her an”.
ANLATMAK İÇİN ÖNCE DİL GEREKİR
Olaysız, gürültüsüz, sessiz ve sakin bir hikâyesi var ‘Sözlerin Ağırlığı’nın. İniş ve çıkışlar, hayatlardaki dönüşümler içsel süreçlerde gerçekleşiyor. Böyle bir hikâyeyi, hele ki çok sayıda farklı meseleye dokunan, farklı karakterler barındıran 500 sayfalık bir hikâyeyi özetlemektense ele aldığı düşüncelerden söz etmek daha doğru bir tercih olabilir.
‘Sözlerin Ağırlığı’, Mercier’in önceki romanlarını, en çok da ‘Lizbon’a Gece Treni’ni hatırlatıyor. O romanında da dille, tarihle, gerçeklikle, ahlaki tercihlerle, baba-oğul ilişkisiyle, aşkla, yalnızlıkla, duygularla, kısacası dünyaya atılmış bireyin içinde bulunduğu durumla ilgili sorgulayıcı ve zorlayıcı bir hesaplaşma okumuştuk. ‘Sözlerin Ağırlığı’nın farkı karakterler ve durumların biraz daha geriye itilmiş, hikâyesinin biraz daha sönük kalmış olmasında. Bu romanda her şey, özellikle de bütün karakterler düşüncelerin öne çıkmasına hizmet ediyor. Mercier, kahramanları etrafında duygusal bir mikro-kozmos tasarlamış. Simon’un çocukları Sophia ve Sidney, komşu Kenneth Burke, yayınevi çalışanları, yazarlar, çevirmenler... Hepsi de mikro-kozmosun işlemesine hizmet ediyorlar.
Romanın olumsuz anlamda eleştiriyi hak eden yeri de burası. Aslında her birinin bir kitap doldurmaya yetecek hikâyesi olmasına rağmen hiçbirini özgür bırakmamış Mercier; hikâyelerini de kendilerini de Simon Leyland kişiliğinde somutlaşan felsefi tartışmaların hizmetine koşmuş. Kötülüğün hiç sızmadığı, maddi sorunların cömertlik sergilenerek aşıldığı, karakterlerin ‘sevgi yumağı’ oluşturduğu bir roman dünyası gerçeklikten bir hayli uzak. Ancak Mercier başka gerçekliklere, öncelikle de dilin gerçekliğine el atmak niyetiyle kaleme almış romanını. Barındırdığı anlamlar, çağrışımlar ve tetikledikleri duygular ile dilin düşünceyi ne ölçüde yansıtabileceğini tartışırken dünya edebiyatına da açılıyor. Edebiyatı, çeviri sanatını, sözcüklerin taşıdıkları anlam ve duyguları, dilin imkân ve sınırlarını tartışmaya açtığı bölümlerde edebiyatseverlerin ıskalamaması gereken pasajlar var. Roman kahramanının zihninde dönen mükemmel çeviri ve mükemmel ifade tartışmasını mükemmel bir dille kucaklayan Mercier, dilsel bir ziyafet veriyor okuyucuya. Bizler de bu ziyafetten İlknur Özdemir’in güzel çevirisi sayesinde yararlanıyoruz.
Bir çevirmen olarak Simon’un sorunu ömrü boyunca başkalarının sözlerine tutunmuş olmak. Yıllarca çeviri yapmasının sonucunda kendi dilini bulacağını ummuş ama başkalarının sözcükleri bir dil hapishanesi yaratmış onda. Başkalarının sözleri kendisini bulmanın önünü kapatmış. Burada Mercier’in bir metafor kullandığını söylemek mümkün. Çevirmenin başkalarının sözüne olan bağımlılığı aslında hepimizin, başkalarının sözlerine hapsolmuş, kendi hikâyesini anlatma imkânlarını yitirmiş herkesin sorununu temsil ediyor.
Sonuçta kendi sesini ve kendisini bulmak arzusuyla kendi romanını yazmaya karar
veren Simon, “Deneyimlerin özüne sözcüklerle ulaşmaya” çalışacaktır; “Sözcüklerin asla öze değmediğinin ve söylenmemiş deneyimleri gerçekten tanımlayamadığının” farkındalığıyla...