Güncelleme Tarihi:
Evimin arka balkonunda öğle güneşini bekliyorum. Bir türlü gelmiyor. Ona kollarımı ve bacaklarımı sunacağım. Çünkü D vitaminine ihtiyacım var. İkide bir sağ taraftan çıkıp gelen derin esinti önümdeki ceviz ağacını sallayıp duruyor. Bazen yapraklar neredeyse ayaklarıma dek uzanıyorlar. O anda çıkan sesle dalların gidiş gelişleri, sesle görüntü, yankı ile aynayı düşünmemi sağlıyor. Önce hangisi beliriyor? Hangisi hangisinde saklı? Hangisi hangisini doğuruyor? İşte yine güçlü bir esinti. Geldi geçti. Güneş hâlâ yok.
Her kitap tıpkı yazılırken bir yöntemden, biçimden doğduğu gibi okunurken de bir yöntem istiyor. İşte, Didier Anzieu imzalı Beckett biyografisini okurken ben de hem bir ikilemde hem de bir yöntem arayışı içinde kalıyorum. Yazar, günlükler aracılığıyla ve psikanaliz yoluyla Beckett’e yöneliyor. Kendi yankısı ve aynası arasında onun ‘adlandırılamayan’ karakterini tahlile girişiyor. ‘Olumsuz bir düşünce etkinliğinin hizmetine sunulmuş devasa bir girişim’ olarak anlamlandırdığı ‘Godot’yu Beklerken’ yazarını, ‘çok negatif bir teoloji perspektifinden okurken’, ‘olumsuzlama yoluyla, olumsuzun çalışması yoluyladır ki varlığa ulaşma, hayır, varlığın ulaşılmazlığını keşfetmenin’ peşine düşüyor. Bunu yaparken de Anzieu, her okura kendi olumsuzlama fırsatını sunuyor. Güneş mi olumsuz şimdi benim için?
Tıpkı, Beckett’ın ‘renklerden önceki gri’si gibi, renk vermeyen, Beckett rengi olarak mükemmel belki ama arada bırakan bir yöntem bu. Okur ister istemez, esintiye, sallanan dallara ve zihninin perisinde uyuyan/pusuyan (!) hücreleri kaplıyor. Bu da yazarın başarısı. Yapıtlara başvurmadan, hatırlayışlar, etkilenimlerle yazılan bir kitap ‘Beckett’. Üstelik ‘dipnotlardan uzak durarak, kısaca akademik olmayan, öznel bir metin’. Hem kitabı hem de yazılış güncesini içeriyor. Ne var ki kitabın çevirmeni Nesrin Demiryontan’ın (demir yontmak, ne denli çetin bir iş yaptığına işaret edercesine) belirttiği gibi “Kitabı ancak çok sayıda dipnot kullanarak dile aktarmak mümkün oluyor. Yazarın adeta ‘Beckett’te kendisini bir psikanalize tabi tuttuğu’ düşünüldüğünde, tıpkı Godot gibi sanki ‘içeriği olmadığı için, hiçbir şey üzerine ve hiçbir şeyden yana olmayan’ bir kitapla baş başa kalıyor okur.
D. Anzieu, Beckett ve psikanalisti açıklarken ‘kap’ sözcüğünün kapsayıcılığına başvuruyor. Burada okurun konumu ister istemez arka bahçede sallanan ceviz ağacı gibi devreye giriyor. O da elindeki kabı yağmura değil rüzgâra tutabilir. İçine bir şey dolmayacağını bilmeden. (Öyle mi? Gerçekten rüzgâr bir kabı doldurmadan geçip gider mi?) Kap sözcüğünde ısrar ediyor Anzieu. “Eğer içerecek bir kap olmazsa, her anlam daha açıklanmadan dağılıp gider” ona göre. Psikanalist de aynı işleve adaydır.
Toplam yedi bölüm ve notlar boyunca son derece özgün ‘örtük mütekabiliyet’ yöntemiyle yazılmış bir kitapla karşılaşıyoruz. Beckett gibi özgünlüğü şüphe götürmeyen bir yazar üzerine, ancak özgün yöntemlerle yeni kitaplar yazılabilir. Bu özgünlük, okuma açısından da ufuk açıcı. Yol saptırıcı (Yaptırıcı da). Bir kitabı okurken gittiğimiz hep kendimizdir sonuçta. Kendimiz olmak, onu bulmak için okuruz. İşte, Beckett’e giderken, kendini bulmaya imkân veren bir kitap.
Okuma günlüğü tutmaya bile imkân verecek kadar işlek, işlevsel. Hayat, insan, bir yankı mı yoksa yansıma mı? Bunu da düşündürecek denli kışkırtıcı. Güneş geldi sonunda.
BECKETT
Didier Anzieu
Çeviren: Nesrin Demiryontan
Metis Yayınları, 2020
280 sayfa, 38 TL.