Güncelleme Tarihi:
Ülkemizin en önemli beyin cerrahlarından Prof. Dr. Talat Kırış, iki yıl önce yayımlanan ‘Beyne Giden Yol’ adlı anı-biyografi kitabında mesleğini “Bazen hastalar ya da birileri sorar ‘Beyin cerrahisi nasıl bir şeydir’ diye. Ben de şöyle cevap veririm: ‘Biz sırat köprüsü üzerinde sırtımızda yolcu taşırız. Hani o kıldan ince kılıçtan keskince olan köprü. Sabah işe gelir, birini alır öbür tarafa geçiririz, ertesi gün başka birini ve bu böylece sürer. Düşürürsek bedeli ağır olur, düşürmeye hakkımız yoktur. Onun için başka işlerde vasatlık belki kabul edilebilir ama bizim işimizde olmaz, mükemmel olmak zorundayız’” sözleriyle anlatmıştı.
Şimdi ise öyküleriyle okurla buluşuyor Kırış, kitabın adı; ‘Uzak Deniz Küçük Yağmur’... Adından anlaşılacağı gibi yağmurun sesini, denizin kokusunu takip ediyor bu öykülerde. Bazıları daha önce yayımlanmış, uzun zamandır yazdığı 33 öykü var kitapta. Bir yağmur damlasının peşinden pek çok hayata konuk oluyoruz Kırış’ın öykülerinde. Her şeyden önce dilini övmek gerekiyor yazarın. Öylesine duru bir Türkçe kullanıyor ki su gibi akıyor kitap. Yağmur, deniz, su... ‘Uzak Deniz Küçük Yağmur’un şifreleri bu kelimeler galiba. Uzun zamana yayılan öyküler olduğu için kitaptakiler tür olarak da farklılıkları dikkat çekiyor. Bazen toplumsal gerçekçi bir ses yükseliyor içinden, bazen postmodern bir dünyanın kapıları açılıyor. Beyaz önlüğünü çıkarıp kalemini eline alan Kırış neşter kullanmadaki maharetini edebiyatta da gösteriyor. Suyun peşine takıldığımız kitap ironiktir ki denize hasret başkentten başlıyor. ‘Ankara Rüzgârı’ adlı öykü, kitabın girişi gibi. İlk aşk, ilk gönül kırıklığı, ilk duvara çarpış, ilk gözyaşı...
Sonrasında okura 33 öykülük bir yolculuk sunuyor. Hem duygular değişiyor hem mekânlar hem de insanlar. Anadolu’nun ücra bir köşesine gidiyor, dünyanın en tehlikeli zirvelerinde dolaşıyor, Gedikpaşa ile Arjantin arasında köprü kuruyor, bir yanardağ kraterinde kayboluyor, Avrupa’da geziyor. Tüm bu duraklara ilmek ilmek ruhlar eşliyor yazar. İdealist bir doktor olarak çıkıyor bir öyküden, onu gördüğünü sanıyor okuyucu, sonra maceraperest bir biliminsanına dönüşüyor. Bir anarşistin peşine idealleri sorguluyor. Almanya’da başlayıp Yozgat’ta bitmesi gereken bir öyküyü Bolivya’ya taşıyıp kaderin nasıl değişebileceğini gösteriyor. Geçmişi koyuyor önümüze ama geleceğin nasıl şekilleneceğini insanın iradesine bırakıyor.
Mesleki alışkanlıktan mıdır bilemem ama tüm ihtimalleri sıralıyor öykülerinde: Mutlu sonları, umutsuz aşkları, amansız özlemleri... Âşık oluyor, direniyor, kaybediyor, yeniden başlıyor kahramanları. Sudan alıyorlar gücünü. Sanki Poseidon yol gösteriyor Kırış’ın hikâyelerine sızanlara. Bir insanlık panoraması bu 33 öyküde anlatılanlar. Ters köşeler dikkat çekiyor en çok. Aynı davranan iki insan bir öyküde kazanırken bir öyküde kaybediyor. Kader diye bir şey var mı? Düşündürtüyor Kırış...
İşin içinde yağmur varsa, deniz varsa romantik olunmaz mı? Öylesine dokunuyor ki aşka dair yazdıkları. Bir damla gözyaşı donuveriyor yanağınıza inmeden. ‘Keje’nin Gözleri’ne takılıyor gönlünüzün bir yanı, Ayşa çıkıveriyor sonra karşınıza. Aşkın fedakârlık, her vazgeçişin bir başlangıç olduğunu görüyorsunuz. Beni en çok etkileyen ise Kırış’ın öykülerinin cinsiyetsiz, zamansız ve mekânsız olması. Öylesine ustalıkla örmüş ki anlatımını; sınırların, cinsiyetin, ırkın, rengin, dinin olmadığı özlem duyduğumuz dünyada buluverdim kendimi.
Yine anılarını anlattığı kitapta “Çok zor değil mi beyin ameliyatı yapmak?, diye sorarlar. ‘Everest’e çıkmak gibidir’ derim, ‘Ama biz Sherpa’yız, yani Everest Dağı’na insanları çıkaran, bakkala gider gibi 8000 metreye çıkıp inen Nepalli rehber dağcılarız. O dağı avucunun içi gibi bilen, neredeyse gözü kapalı, dünyanın en yüksek dağına her gün tırmanan dağcılarız biz. Nasıl çıkacağımızı, nasıl ineceğimizi biliyoruz’” diyor Kırış. Öyküleriyle de öyle bir dünya kuruyor ki hayata nasıl girdiğimizi, çıktığımızı ve nasıl yaşadığımızı görüyoruz.