Güncelleme Tarihi:
Tersine dönmüş bir dünya fikriyle açılıyor ‘Beyaz Köle’. Bu kez, dünya tarihinde olanın aksine siyah ırklar efendi, beyaz ırklar köle... Avrupa’da yaşayan beyazlar, gemilerle kaçırılarak Afrika’daki zengin ailelerin yanına gönderiliyor. Hiçbir söz hakkına sahip olmadan, çok zor şartlarda yaşayıp, ölene kadar onlara hizmet ediyor.
Kölelikten kurtulmanın tek bir yolu var: Direnişçilerin açtığı tren yolu hattına ulaşmak. Ancak bu trene binmeye çalışmak elbette çok tehlikeli. Üstelik kölelikten kaçmaya çalışan beyazların doldurduğu trenler büyük oranda yarı yolda bozuluyor. Yakalanan kölelerin durumu fena...
İşte bu şartlarda tanışıyoruz beyaz köle kahramanımızla. Kendisine camdan atılan bir “Kaçış treninde yerin hazır” notuyla hayatı değişen Doris ile...
GERİLİM ÖĞELERİ BASKIN
Booker ödüllü yazarın Doğan Kitap tarafından Ebru Kılıç çevirisiyle yayımlanan kitabı, içinde gerçek tarihi öğeler ve kurgu anlatılar barındırmakla beraber neredeyse bir gerilim romanı olarak da okunabilir. Beyaz kölelerin başına gelenleri okumak yer yer rahatsız edici olsa da tüm bunların ve hatta daha fazlasının gerçek hayatta siyahların başına geldiğini düşünürsek bu rahatsızlığı yaşama pahasına gerçeklerle yüzleşmek de gerekir.
Nijerya asıllı İngiliz olan Evaristo, köle ticaretinin tüm dehşetini harikulade biçimde kurguladığı alternatif bir dünyayı anlattığı romanında efendi-köle ilişkisine dair tüm bilgimizi altüst ediyor. Üstelik bu alternatif dünyanın haritasını da romanın en başına ekleyerek hikâyenin gerçekliğini güçlendiriyor. Yazar, hiciv dolu dili hikâyeye ironik bir hava katarak yer yer mizahi bir tat yaratsa da aslında kitapta oldukça etkileyici bir satirizmin izleri de görülüyor.
Yine de tüm bunları bir kurgu eser olarak okumak ve yazara bireysel öfkesine yenik düşüp tarihi doğru okuyamasa da güzel bir kurgu eser yaratmış diyerek hakkını vermek doğru sanırım. Çünkü tarih ne öyle tersyüz edilecek bir şey ne de zorbalık, tam tersine çevrilince iyi bir hal alıyor.
KİTAPTAN...
Özgür beyazlar, büyük kentlerin dış kesimlerinde yıkık dökük gettolarda, toplu çadırlarda sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmişti büyük ölçüde. Zengin Ambossalılar bu semtlere alaycı bir tabirle ‘Vanilya Banliyöler’ adını takmıştı, onların hindistancevizi palmiyeleriyle süslü ‘Çikolata Kentleri’nden çok farklıydı buralar. Banliyölerde birçok ulusun geleneksel giysilerinin alınabildiğini duyardık; kürk torbalar, golf pantolonları, deri yelekler, köylü gömlekleri, boynuzlu metal miğferler, zırh tunikler, cepkenler, kürk yakalı robdöşambr, belinizi inceltip elli beş santim yapan, kalçalarınızı seksen bedene çıkaran korseler, daha neler neler...
Banliyölerde ev yapımı içki satan mekânlar, madrigal grupları, kayıt resitalleri, hatta medeni hakları savunan muhalif şarkıcılar vardı. Hıristiyanlığı Voodoo’yla harmanlayan, anlaşılmayan dillerde tefli âlemler yapılan yeraltı kiliseleri de vardı.
Bizim idare etmesi güç, çabucak uçuşan ince telli saçlarımız için ince dişli taraklar satan beyaz kuaförler de vardı.