Güncelleme Tarihi:
Şiir ‘özel kılınmış dil’ ise eğer, ‘yüzyıllar boyunca binlerce şiir unutulup gitmiştir. Ama bu kitap unutulmayanlar hakkındadır’ iddiasını taşıyor John Carey’in ‘Şiirin Kısa Tarihi’. Bir şiir unutulduğu için mi yok olur, yoksa hatırlanıp okudukça mı yaşar başlı başına tartışmaya değer. ‘Gılgamış’tan başlayıp 1938 doğumlu Les Murray’a kadar şiirin yürüdüğü yolu kısaltmak o kadar da kolay değil. Hangi ölçüyle neresinden yaparsanız yapın eksik bir şey olacaktır. Kaldı ki şiirin ne olduğu, hangi dilde, hangi biçimde yazılıp/söylendiği, birbirinden değer yönünden nasıl ayrıldığını da tespit etmek çetin iş. Carey, kültürleri mümkün olduğunca ayırmadan ve belki de dünya kültürüne egemen Batı kanonunun da doğrultusunda ilerleyerek üstbaşlıklar belirliyor, sonra da şairlere odaklanıyor. Bilgilendirici, eğitici, çerçeveleyici olmaya çalışıyor.
Şiirden bahsetmek şairlerden söz etmek olsa da ‘Gılgamış’ gibi eserlerin yaratıcısı meçhuldür. Bu bilinmezlik ve soru işaretleri ‘İlyada’ ve ‘Odysseia’da da devam eder. Şiirin şairle başlaması şiir tarihi bakımından da ilginç bir nokta olmalı. O yüzden Batı şiirinde Vergilius ismi hep önde durur. Bu aynı zamanda başka bir uygarlığı, Roma’yı işaretler. Aslında, şairler, dil kadar büyük uygarlıklar yönünden de ayrışıp belirginleşirler. John Carey, kısa, net, belirleyici bilgilerin aralığında zamana ve uygarlıklara dair yorumlamalarda da bulunur. Mesela ona göre “dünyaca ünlü şairler arasında modern okura en çok hitap eden şair muhtemelen Dante Alighieri’dir”. Bu hükmü verirken, ortaçağa atıf yapması anlamlı olmalı.
Öte yandan Hafız gibi bambaşka bir dünyanın şairine değinirken ‘Görünen Dünya ve Görünmeyenin Şairleri’ başlığına yer verir. Lirik şiir, mistik duyuştan söz açtıktan sonra “bedensel zevki günaha davet olarak değil de ilahiliğin mistik bir karşılığı olarak görmek, Eski Ahit’teki Şarkıların Şarkısı’yla kıyaslanabilecek olsa da ortaçağ Batı şiirinde tahayyül bile edilemeyecek başarıdır Hafız’ın yaptığı” değerlendirmesinde bulunur. Jonson, Herrick ve Marvell ile ‘Bireycilik Çağı’nı başlatan Carey, tarihsel bağlamda, patronaj ile şair arasındaki kopmayı da imler dolaylı şekilde. Ayrıca, John Milton’ı ‘Öteki Dünya’nın şairi diye nitelemesi de ilginç. Gerçekten öyle midir? Dil bu dünyadan, bilinmeyen başka bir âleme taşınabilir mi?
Romantikler, ikinci kuşak romantikler, romantik eksantrikler, romantizmden modernizme akanlar (Goethe, Heine, Rilke), Rus edebiyatı (Puşkin, Lermontov) yerlerini aldıktan sonra Baudelaire, Rimbaud, D. Thomas, O. Wilde gibi şairlere gelir Carey. Onlar, ‘Temelleri Sarsan’lar kuşağını oluştururlar. ‘19. yüzyılın son on yıllarında Avrupa kültürü parçalanmaya başlar’ ve savaşlar, sanayileşme şehirlerdeki hayatı dönüştürür. Modernizm belki de ilk kez böylesi kabuk değiştirir. Baudelaire’in kendisini ‘çamur ve pislik içinde sürünen Kabil’in soyuna benzetmesi’ açıklayıcıdır.
Tür, şekil, şair, deneyim ve estetik değer yönünden daha coşkun ve zengin bir çağ başlar aslında. Her ne kadar şiir, bugün dünyanın her yerinde görmezden gelinen bir değer durumuna düşürülse bile, şiirin Baudelaire’den bu yana taşıdığı öz, şiir kadar insanın geleceği ile ilişkilidir. Eliot ve Pound’u ‘modernizmi icat etmek’ başlığıyla irdeleyen Carey, Waley ve Pound’u ‘Batı’nın Doğu’yla buluşması’ diye değerlendirir. Doğu’dan maksat Çin’dir. Pessoa niye yoktur bu tarihte bilinmez ama ‘politik şiir’ bağlamında Ahmatova anılır. Her kitap eksikleriyle bir önermedir. Okur, kendi ilgisine göre bu boşlukları tamamlamaya gidecektir.