Güncelleme Tarihi:
Gerçek ismi Sara Menco olan Marga Minco, 1920’de Hollanda’da Ortodoks Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu Breda şehrinde geçti. Lise eğitiminden sonra, gazete yönetimi Yahudi personeli zorunlu olarak işten çıkarmak zorunda kalana kadar Bredasche Courant gazetesinde çalıştı. O dönemde tanıştığı, sonraki yıllarda birlikte kaçak hayatı yaşadıkları meslektaşı Bert Voeten ile ileride evlenecekti. Savaşın ilk yıllarında Assen, Delft ve Amsterdam’da yaşadı. Bir süre tüberküloz tedavisi gördü, iyileştikten sonra anne babasının yanına gitti ve burada hayatının en acı verici deneyimini yaşadı. Anne babası Naziler tarafından toplama kampına götürülürken, Minco şans eseri kaçmayı başardı. Ailesinden sadece o sağ kalmış, annesi, babası, ablası ve abisi Naziler tarafından katledilmişti. Savaştan sonra çeşitli gazetelerde çalışmaya devam etti. 1957 yılında ilk kitabı ‘Acı Otlar’ yayımlandı; kitap hem Hollanda’da hem de Hollanda dışında büyük yankı uyandırdı, o dönemin önemli edebiyat ödülü Vijverbergprijs‘i kazandı. Uluslararası bestseller olan ‘Acı Otlar’ bugüne kadar onlarca dile çevrildi. Minco’nun başlıca eserleri şunlar: ‘De andere kant’ (1959), ‘Het huis hiernaast’ (1965), ‘Een leeg huis’ (1966), ‘De val’ (1983), ‘De glazen brug’ (1986), ‘Storing’ (2004). Minco tüm eserleri için 1999’da Annie Romein ve 2005’te de Constantijn Huygens Ödülü’ne layık görüldü.
BİR ŞEYLER OLUYOR
Hollanda’nın Naziler tarafından işgal edildiği günlerdeyiz. 14 yaşındaki anlatıcı kız, “Her şey babamın bir gün ‘Gidip bir bakalım, herkes geri dönmüş mü?’ demesiyle başlamıştı” cümlesiyle koyuluyor anlatmaya. Savaş korkusuyla evlerini terk etmişler ama şimdi geriye dönüyorlar. Şehir aldatıcı bir sakinlikle gündelik rutinine kavuşmuş. Kentin Yahudi toplumu sanki hiç bir şey olmamış gibi sakin. Anlatıcı kızın babası da kaygısız bir iyimserlikle “Burada bir şey olmaz” diyerek hem kendisine hem ailesine umut aşılamakla meşgul. Oysa gerek Avrupa’da gerek Hollanda’da bir şeyler, hatta birçok şeyler oluyor. Naziler işgal ettikleri her yerde Yahudi toplulukları kayda geçiyor, toplama kamplarına sevk ediyor. Aslında uzaklarda olup bitenlerden haberleri yok değil ama bunun başkalarının başına geldiğine, kendilerine bir şey olmayacağına inanmak istiyorlar.
Onların iyimserliğinin beyhudeliğinin, sıranın onlara da geleceğinin okuyucu olarak bizler farkındayız; bu farkındalık, hikâyenin dingin akışının tekinsiz bir atmosferle kaplanmasını sağlıyor.
Nitekim işgalciler Yahudiler için pek çok yasak getirmişler, kamusal alanlara çıkmalarını, çocukların okula gitmesini yasaklamışlar, kıyafetlerine sarı yıldız tamalarını zorunlu kılmışlardır. Katolik komşuları da işgalcilerin tarafındadır. Çocuklar arkadaşlarının alaylarına ve saldırılarına maruz kalırlar. Daha uyanık olan Yahudiler Hollanda’yı terk ederler ama kızın ailesi ve daha binlercesi için durum hâlâ tehlikeli değildir. Ta ki küçük kızın ablası askerler tarafından bir toplama kampına götürülene kadar...
Bundan sonrası bir kaçış hikâyesi, kızın güvenli evlere sığınarak saklanışının, arkasına bakmaksızın yoluna devam etmesinin ve hayatta kalmayı başarmasının hikâyesi.
ACI BİR MİZAH
Kitap başlığını seçerken, Yahudilerin Mısır’dan Göçü’nü hatırlatan mayasız ekmekle yenen acı otlara atıfta bulunmuş Marga Minco.
‘Acı Otlar’, bugün bile Hollanda’da Yahudilere yönelik zulüm ve Hollanda toplumundaki anti-semitist zihin yapısı ve işbirlikçi tutum hakkında değerli bir belge olarak kabul ediliyor. Ve pek çok kişi bugün bile böylesine insanlık dışı bir durumun kendi ülkelerinde yaşanmış olmasını anlamakta güçlük çekiyorlar. Anlaşılması gerçekten de zor. Savaştan önce Hollanda’da kayıtlı yaklaşık 140 bin Yahudi vardı ve yaklaşık 104 bini Holokost’ta öldürülmüştü. Eklemek gerekir ki sadece Nazilerin yaptıklarını değil, insanlık tarihi boyunca ırksal, dinsel, zihniyet ve cinsiyet farklıları bahane edilerek yapılan zulmü de anlamak zor. Ama anlaşılması ve kabul edilmesi daha zor olanı insanın insana zulmünün, nefret suçlarının ve savaşların bugün bile -dünyanın her köşesinde- devam ediyor olması. Oysa Marga Minco ‘Acı Otlar’ı, “Bunlar unutulmasın, bir daha yaşanmasın” düşüncesiyle ve yitirdiği yakınlarını yaşatmak için yazmıştı.
‘Acı Otlar’, her biri kendi başına öykü niteliği de taşıyan 22 bölümden oluşuyor. Bu öyküleri tam da o yıllarda günlük olarak kaleme almış, ne yazık ki günlüğünü kaçaklığı sırasında kaybetmişti Minco. Savaşın bitiminde anımsadıklarını yeniden düzenledi ve birkaç bölümünü çeştli dergilerde öykü olarak yayımladı. Okuyucuların ilgisini çeken öykülerden ziyade anlatılanların yaşanmış olaylar olmasıydı. Evet, birçoğu yazarın yaşantısına dayanıyordu ama tam anlamıyla otobiyografi de sayılmazlardı. Zira savaş başlangıcında Marga Minco -anlatıcının aksine- küçük bir kız çocuğu değil 20 yaşında bir gazeteciydi. Kısacası roman bir anı kitabı değil gerek Yahudilerin boyun eğmişliğine, gerek Hollanda toplumunun işbirlikçiliğine gerekse de Nazi zulmüne göndermelerle dolu ciddi bir ebedi eser olarak değerlendirilmelidir. “Minco bize savaş meydanlarını, toplama kamplarını, direnişi vs. değil, gündelik hayatın rutininde, içinde bulundukları düzenin hiç sarsılmayacağını düşünen insanları anlatıyor.”
Buna karşılık savaş sahnelerine neredeyse hiç yer vermemiş, bilerek iddiasız, sade ve hatta duygusuz bir dil kullanmış. Ancak -yukarıda da söylemiştim- okuyucunun tarih bilgisi, ailesine ve diğerlerine neler olabileceği ya da neler olduğu konusunu aydınlatacaktır. Ayrıca göstermese de ima ederek, imgeler ve semboller kullanarak ürperti yaratmasını başarıyor. İşte bu nedenle “Hollanda edebiyatının Raymond Carver’ı” demiş bir eleştirmen Marga Minco için: “Dışarıda bırakılabilecek her şey dışarıda bırakılmış, ancak tema çok büyük, neredeyse dayanılmaz” ve “Onu bu kadar güçlü kılan çoğunlukla söylenmemiş veya yazılmamış şeylerdir.”
Küçük kızın ve ailesinin başlarına gelenlerden habersizliğini zaman zaman mizahla ama çok acı bir mizahla sergilemiş Minco. Toplama kampına gönderileceklerini duyduklarında çarşıdan kamp bardağı almaya gidişleri, kendisini ziyaret eden bir arkadaşının “Artık nasılsa senin ihtiyacın olmayacak” diyerek kızın kıymetli eşyalarını ‘ödünç’ alışı ya da Yahudileri damgalamak için zorunlu tutulan sarı yıldızları elbiselerine dikerken gösterdikleri titizlik, hiç şüphe yok ki Yahudi Soykırımı hakkında yazılmış en çarpıcı sahneler arasına girebilecek kadar çarpıcı.
Kitabın yayıncısının değerlendirmesiyle bitiriyorum: “İkinci Dünya Savaşı birçok romana, öyküye, filme konu oldu. Ama galiba siyasetin ve savaşın uzağında güvenli bir sığınak bulduğunu zanneden insanın trajedisini Minco kadar etkileyici anlatan biri olmadı. Acı Otlar, içinde bulunduğumuz yanılsamayı bize gösteren küçük bir başyapıt.”