Güncelleme Tarihi:
İnternet arama portallarına ‘Alman subayın/generalin evi’ yazdığınızda, karşınıza bilimum korku hikâyesi/paranormal olay sitesinden ‘ürkütücü’ başlıklar çıkıyor: Kimsenin yaklaşamadığı ev, sırlarla dolu tarihi köşk, perili ev, tekinsiz mekân, lanetli yer…
Büyükada’nın tepesinde, Rum Yetimhanesi’nin yakınında, gizli bir köşede terk edilmiş vaziyette duran ve Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı Ordusu’ndan bir Alman subayın bir süre ikâmet ettiği söylenen bu ev artık, Liz Behmoaras’ın yeni romanının da ‘ev sahibi’.
Gazeteci yazar Behmoaras, Büyükada’nın bu meşhur şehir efsanesini alıp, İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen, sık sık 1960’ların ikinci yarısına da uğrayan bir roman kaleme aldı: ‘Alman Subayın Evi.’ Behmoaras “O evde bir zamanlar sesleri yankılanmış olan ölüleri bir roman süresi boyunca diriltmek için yazıldı” dediği romanında üç kız arkadaşı; Türk Müslüman Leyla, Yahudi Elsa ve Rum Despina’yı, 1915’in ‘Prinkipo’su, Büyükada’da buluşturuyor. Notre Dame De Sion Lisesi’nden arkadaş, farklı kültürlerden gelen bu üç akıllı, eğitimli, cıvıl cıvıl genç kadının ilk gençlik yıllarının savaşla, göçlerle ve aşkla nasıl şekillendiğini anlatıyor.
Cephede yara alınca şifa bulmak üzere Büyükada’ya yollanan genç Alman yüzbaşı Manfred ile Leyla arasında yaşananların, hem Leyla’nın hem Elsa’nın kaderini nasıl değiştirdiğini, 1915 ile 1964 yılları arasında gidip gelen bir kurguyla okuyoruz.
Üç genç kadının ama en çok da Leyla ile Elsa’nın Büyükada sokaklarında, Pera’da, Nişantaşı’nda, Balat’ta geçen gençlik çağlarına tanıklık ederken Osmanlı’nın son demlerinde İstanbul ve adadaki gündelik hayatın nasıl aktığını da okuyoruz, satır aralarında. Behmoaras hali vakti yerinde bu iki İstanbullu ailenin geleneklerini, aile içi ilişkilerini, savaşla gelen yokluk döneminde yaşadıklarını kâh Leyla’nın kâh Elsa’nın ağzından aktarıyor bize. Savaş karşıtı fikirlerinden sık bahseden Leyla aracılığıyla ise Osmanlı’nın son dönemindeki kadın mücadelesi hareketini de hikâyeye dahil ediyor Behmoaras. (Bu vesileyle yazarın son derece ilham verici biyografi çalışması ‘Suat Derviş: Efsane Bir Kadın ve Dönemi’ni de anmalı.)
‘Alman Subayın Evi’ 1914-1916 yılları arasındaki bir aşk-arkadaşlık öyküsünü hem yaşandığı dönemden o ana, hem de 1960’ların ikinci yarısından ‘dün’e bakarak anlatıyor. Elsa’dan dinlediğimiz 60’lara geldiğinde bambaşka bir İstanbul var karşımızda artık. Rum Despina’nın ve ailesinin adayı terk etmek zorunda kaldıkları, Elsa, kocası İshak ve ailelerinin Varlık Vergisi eziyetini atlattıkları, İkinci Dünya Savaşı yıllarını geride bırakmış bambaşka bir İstanbul. Elsa’nın “Despina’yla, İshak’la, babasıyla, Leman’la kim bilir kaç kez tırmandığı” ada yokuşları yarım asır sonra aynı kalmış olsa da, geçen 50 yıla ölümleri, sürgünleri, kayıpları sığdırmış bir İstanbul... ‘Alman Subayın Evi’nin geçirdiği en kuvvetli duygu da bu, ‘değişen zaman’. Yine de bilhassa Elsa’nın ağzından, bahsedilen dönemlerin belli başlı olay ve gelişmelerinin sıralandığı kısımların eklektik bir his verdiği de not etmeli.
‘Alman Subayın Evi’ sadece ‘sırlarla dolu bir evin’ içinden çıkan kurmaca bir aşk öyküsü değil; aynı zamanda ayrı kültürlerin iç içe yaşadığı bir şehrin savaş yılları günlüğünden bir parça.