BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@hurriyet.com.tr
Oluşturulma Tarihi: Ekim 28, 2021 15:11
Kaleminden hep; çok sert öykülerin kahramanı olan ama kendilerine ne acıyan ne de acındıran, ayakta durmanın yolunu da hep bulan kadınları okuduğumuz Seray Şahiner bu kez ‘Ülker Abla’ ile karşımızda. Ülker, kocasının şiddetinden kaçıp hayatta kalmanın yolunu hastanelerde refakatçilik yaparak bulan; evsiz, kimsesiz ama kimseye de müdanası olmayan ve elbette yine pratik zekâlı bir kadın. Ve yazarın mizah dozu en yüklü işi. Seray Şahiner ile -lafı ağzımdan alarak- “Arkadaşım olsun isterdim” dediği ‘Ülker Abla’yı konuştuk...
Ülker nasıl çıktı geldi sana?
Kamusal alanda yalnız kadın olmak çok büyük bir problem haline gelebiliyor. Güneş gözlüksüz, kulaklıksız yürümek, bir mekânda telefonuyla oynamadan oturmak... Sokağı rahatça kullanan kadınlar çok ilgimi çekiyor. Ülker ‘Antabus’ta geçen çok derkenar bir karakterdi, ana karakter Leyla’nın yol arkadaşıydı. Ülker, gidecek yeri olmadığı için hastanede kimsesiz hastalara refakatçilik ederek hayatını sürdüren ve barınma ihtiyacını böyle çözmüş bir kadın. Hastanelerde gerçekten bu şekilde kalıyorlar mı bilmiyordum, sonradan öğrendim ki kalanlar varmış. Ülker’in çok kafa yorduğu bir mevzu var: Vicdan. Merhamet, vicdan, acımak, şefkat; bu dördü birbirinin yerine ikame etmeye başlamış ve ‘iyi insan’ titri elde etmek için çok kullanışlı hale getirilmiş durumda. Acımayı çok sakil bulurum, orada bir üstünlük var çünkü. Ülker, dünyanın en çok “Vah yazık” ve “Halimize bin şükür” denilen yerinde. Hastane bir el derdi havuzudur ve el derdi her derde devadır! Ülker’in zor durumda olduğu halde acınmaktan kaçınmasının da bir yansıması, çünkü o da oradakilere acımıyor. Aksine o zor durumlardan hep kuvvetle çıkmaktan yana. ‘Cennet’, ‘Cehennem’ ve ‘Araf’ta, Vergilius Dante’ye kat kat cehennemi gezdirir: Pintiler, açgözlüler, insan öldürenler... Ülker’i, Vergilius gibi düşündüm. Onun gözündeki günahkârları Ülker’in gözünden görüyoruz; pintiler, açgözlüler, kibirliler, cinayete meyyal olanlar... Ülker cehennem rehberimiz ama çok karanlık bir dünyada olduğu için arada bize hava aldırması gerekiyor ki hayatımıza devam edebilelim.
Senin kadın karakterlerin kendilerini kurtarmanın yolunu en yok koşullarda bile buluyor. Karakterlerini bu şekilde güçlü kılmanın ardında yatan ne?
Biz her gün sokakta yürürken, hastanede kalırken, bir iş görüşmesini geçerken 50 tane formül bulmak zorunda kalıyoruz ne yazık ki. “Aman kadınım diye işe almasınlar” da var, “Kadınım diye işe almazlık etmesinler” de var. Pozitif ayrımcılığın bile kimi zaman ötekileştirme olarak kullanıldığı bir dönemden geçiyoruz. “Kadınları koruyalım.” Ben Caretta caretta değilim ya, neslim tükenmiyor. Katilleri engelleyemeye odaklanalım onun yerine... Panele davet etmek için arıyorlar; dokuz erkek yazar sayıyorlar ve şunu diyorlar: “Bir tane de çiçek olsun diye düşündük.” Konuyu hiç anlamamışlar! Sadece somut anlamda hayatta kalmak için değil, bütün bu etiketlerden kurtulmak, güya korunduğumuzda bir tane çiçek olmaktan da kurtulmak için 50 bin tane formül bulmak zorundayız. Flanör kavramını erkekler üzerinden tartışıyoruz, “Peki flanöz var mı?” diye de arıyoruz. Çünkü sokakta yalnız yürümek bir kadın için gerçekten, ne yazık ki zor. Ülker’inki -çok uzun bir roman olmamakla birlikte- uzun bir yürüyüş hikâyesi. O yürüyüşte sırtının dikleştiğini görüyoruz.Bütün karakterlerimde evet, bir kriz anı vardır ve oradan sıyrılıyorlardır. Ülker yazdığım karakterler içinde kriz anını en yoğun yaşayanı. Her gün hayatını tekrar kurtarmak zorunda. Uyandığı her gün, bir daha kalacak yer bulmak zorunda. Kaldığı yeri o günlüğüne sağlama aldıysa yemek bulmak zorunda. Sıkıntıdan patlamamak için muhabbet ve can sıkıntısı için kahve bulmak -ki bence hayati- zorunda. Bu da onu fazla yaratıcı yapıyor. Ve biraz da tuhaf yapıyor.
Seray Şahiner, Bahar Çuhadar.Fotoğraf: Murat ŞakaMETİNDEN VE HAYATTAN KUVVETLİ ÇIKAN KADINLARI YAZIYORUM Yazdığın, çok sert eril şiddete maruz kalan, alt sınıflardan kadınları okurken biz de onlara acıyarak bakmıyoruz. Ki bu kadına yönelik şiddeti ele alan pek çok anlatının, yapımın en sık düştüğü çukurdur. Bunun tonunu nasıl ayarlıyorsun?
Herhangi bir kadına acınmasına karşıyım. Metinden ve hayattan kuvvetli çıkan kadınları yazıyorum ya da onları kuvvetli çıkarmaya çalışıyorum. Yazdığım aşağı yukarı bütün karakterler için temel erek şu; bir, arada kalmışlık durumları var. Oradan da çıkarken “Seni yenicem ulan hayat” noktasında bile değil; düşüyor, hop kalkıyor. Hiçbir karakterimi kendisine acındırtmıyorum, en fazla kendisiyle dalga geçirtiyorum. Çünkü o, bir ayağa kalkma yolu. Karaktere “Acımadı ki” dedirtmeyi tercih ediyorum. Mutlaka da acıyordur, ben de hissediyorum. Ve böylesini yazmak da fazla mesai istiyor, kalben de.
Kaleminde mizah sağlam bir damar ama en çok ‘Ülker Abla’da güldüm. Ne yatacak yeri ne de yedek donu olan bir kadına bu kadar güleceğimi de sanmazdım. Uğraştın mı bu mizaha ulaşmak için? Uğraştım, mizahı için ayrı bir yazım yaptım. ‘Ülker Abla’nın mizah duygusu en kuvvetli kitabım olmasını murat ediyorum, şundan; en zor durumdaki karakterim buydu. Bütün kahramanlarımın evi vardı; bunda hiçbir şey yok; tığ teber şah-ı merdan! En çok tebessüme bunun ihtiyacı var, o Ülker’in krikosu, o kahkaha ruhunu kaldırıyor. Bir de o kadar kimseye müdanam olmasın diyen bir kadın ki, ihtiyaç sahibi olduğu anda aciz duruma düşeceğini düşünüyor. Başında bir çatı, kıçında bir don olmayan bir kadın, sığınacak kimsesi yok. Hayatta tek sevdiği insan oğlu, o da yanında değil. Muhatap bulamadığı için Tanrı’yla konuşmaya başlıyor ve orada bile bazen mizahı çıkıyor. Üç çatısı olan bir kitap ‘Ülker Abla’; mizah, barınma, merhamet...m Kocayı hiç görmüyoruz, ne yapıyordur tüm bu zaman içinde? Kocası bir süre tebelleş olmuştur ama Ülker’in bu denli korkacağı kadar ısrarlı bir bela olma hali var mıydı, bilmiyorum. Kocayı sürekli bir tehlike olarak kitaba sokabilirdim de. Ama bana en somut tehlike korkuymuş gibi geliyor. Koca tehlikesinin bölünmüşlüğünü vurgulamak için, kocayı bir korku olarak sabit tuttum. Ülker kocasından kaçıyor, bunun korkusuyla yaşıyor ve kocasının bölünmüş halleri var. Nüfus kaydı verebildiği her yerde... Poliste, bir otelde, hastanede olabilecek her kimlik sorgusunda... Zaten kocasının erki kullanma hali, erkin bizi kayıt altına alma hallerinde çıkıyor karşımıza. Belki de evde otururken de yolda yürürken de zannettiğimiz kadar büyük bir tehlikede değilizdir. Ama o tehlikeyi hesaba katma hali de çok büyük bir tehlike. Çünkü o senin adımlarını daha kısa, kahkahalarını daha kısık hale getiriyor. Özgürüm, istediğim saatte sokağa çıkıyorum ama gece 3’te seni taksiye bindirirsem, taksicinin duyabileceği şekilde “Baharcım beni ara varınca” diyorum. Ve hiç “Hüseyincim, eve dönünce çaldır” diyen bir Ahmet görmedim.
Kitaplarını üçer, beşer kez yazdığını söylemiştin. ‘Ülker Abla’yı nasıl yazdın?
‘Ülker Abla’yı üç buçuk yıl önce bir kere yazdım. Sonra demlendirdim. Tekrar yazdım. Bunu altı kere yaptım. Böylece çiğ gelen yeri varsa, görüyorsun. Acelem yok. Bir sonra çıkacak kitabım da beş yıldır masada bekliyor. İlk kitabım çıktığında 22 yaşındaydım ve beş yıl sonra baktığımda utanır mıyım diye korkuyordum. Galiba özsavunma olarak şunu yapmaya başladım, aradan üç, beş yıl geçiyor; bakıyorum mahcup edecek bir yanını görürsem bir daha yazıyorum. Bir daha, bir daha yazarak, gelecekteki kendimin de gözüne girmeye çalışıyorum.
Fotoğraf: Murat ŞakaSenden hep alt sınıflardan kadınları mı okuyacağız? Misal beyaz yakalı bir kadını anlatmaz mısın?
‘Gelin Başı’nda ve ‘Hanımların Dikkatine’de vardı öyle kadınlar. Daha üst sınıftan birini de yazsam onun ayağının tökezledikten sonra çaktırmadan kalktığı anı yazarım. Hayatımızdaki cazibe orada. Karakterlerin ışığı kendine tuttuğu anları odaklıyorum yazarken. Onlar da hep en zeki oldukları anlar. Yani paçayı kurtarma anları. Bir beyaz yakalı da yazsam bir banka müdürü de yazsam onun bir kriz anını yazacağım. Ana kahramanı erkek olan bir kitap yazsaydım ve o bütün yol yürüseydi... Biz onun ne kadar avare gezen, ne kadar başı rüzgârlı, ne kadar şairane bir şekilde İstanbul’u algılayan bir adam olduğunu konuşacaktık. Ama yalnız yürüyen bir kadın hikâyesi yazdığım zaman, elâlem bakmasın diye ‘güneş gözlüğünü nasıl buluyor’u konuşuyoruz. Şunu umut ediyorum; bir gün yalnız yürüyen bir kadın yazayım ve bunun hiç
haber değeri olmasın. Hiç. Zaaflarını konuşalım, kumarbazsa onu konuşalım. Birincil ereği hayatta kalmak olmasın.
Yazdıklarının çoğunu oyun olarak da izledik, ‘Ülker Abla’ da sahneye çıkmaya çok müsait bir metin…
Metinleri değişik formlarda yazmayı seviyorum. Oğuz Aral genç çizerlere “Konunu şimdi bir de dikdörtgene çiz gel, hadi bir de üçgene çiz, bir de yuvarlağa çiz gel” dermiş. Ben de bir metni yazıyorum sonra yuvarlağa, sonra üçgene yazıyorum… ‘Ülker Abla’nın da öyküsü var, bir parça tiyatro oyunu var. Deniyorum, hangi formu daha elverişli kullanabilirim diye. Tiyatroyu, bir salondan çıkarken 150 kişi aynı konuyu tartışıyor olmamızdan dolayı da önemsiyorum. Seneyi muhtemelen daha fazla tiyatro oyunu yazarak geçireceğim.
ÜLKER ABLA
Seray Şahiner
Everest Yayınları, 2021
160 sayfa, 25 TL.