Güncelleme Tarihi:
Trajik sonunu daha baştan ilan eden bir cümleyle adım atıyoruz ‘Işıklar Ülkesi’ne: “San Cristobal’da hayatını yitiren otuz iki çocuğu sorduklarında, verdiğim yanıt konuştuğum kişinin yaşına göre değişiyor.”
Anlatıcı, 22 yıl önce gerçekleşmiş, kendisinin de önemli bir rol oynadığı bu uğursuz olayı nakledecek. Evet, 22 yıl önce -13 Nisan 1993’te- gelmiş San Cristobal’a. O sıralar göreve yeni atanmış, çiçeği burnunda bir sosyal hizmetler bakanlığı memuru; hukuk fakültesini bitirmiş, müzik öğretmeni bir kadınla evlenmiş, kadının kızını da kendi çocuğu gibi benimsemiş mutlu bir adam.
San Cristobal ise Güney Amerika’da, bir nehir kıyısında, tropikal ormanlarla çevrili, 200 bin nüfuslu, azgelişmiş ülkelere özgü bütün karakteristikleri barındıran bir taşra kenti.
‘Güneşin batıdan doğması’nın, kentin düzeninin bir anda kaosa dönüşmesinin nedeni sokak çocuklarının ortaya çıkması; yaşları 9 ile 13 arasında değişen 32 çocuk... “Yıllar sonra bile hâlâ önemini koruyan bir soru” diyecektir anlatıcı: “Bu çocuklar nereden çıktı? Nereden?”
Nereden geldikleri belli olmayan bu küçük kız ve erkek çocukları sanki başka bir dünyaya ait. Ortada bir lider yok, otorite namına bir şey yok, herhangi bir şey organize eden yok, ne bir komplo hazırlığı içindeler, ne bir strateji üzerinde anlaşıyorlar ne de bir saldırı planlıyorlar. Aksine, hareketlerindeki karmaşa daha çok bir oyunu andırıyor. Kendi aralarında yetişkinlerin anlamadığı bir dille konuşuyorlar. Konuyu araştıran bir biliminsanına göre çocuklar yeni bir dünya ve yeni bir hayat bağlamında yeni bir dile ihtiyaç duydukları için, henüz adlandırılmamış olanı adlandırmak için yeni kelimeler icat etmişler.
Şimdi geriye dönüp baktığında “O çocuklarda ‘normal’ çocukların asla ulaşamayacağı bir mutluluk ve özgürlük olduğunu, çocukluğun onların oyunlarında bizim çocuklarımızın kurallı ve yasaklarla dolu oyunlarına kıyasla çok daha iyi ifadesini bulduğunu” düşünecektir anlatıcı. Aslında bu onun pişmanlığının ifadesidir. Zira birkaç çocuk bir markette şiddet içeren bir soyguna girişip sonra hep birlikte ormana kaçtıklarında, olayı çözme işini bizzat anlatıcımız üstlenmiştir.
‘32’ler ortadan kaybolduğunda şehrin kendi çocuklarının onların çekimine kapıldığı anlaşılır. Hatta bazı çocuklar onlara katılmak için evlerinden kaçarlar. Kayıp çocukları bulamayan, artan tepkileri göğüsleyemeyen yerel yetkililer için -anlatıcının önerisiyle- ormana bir harekât düzenleme zamanı gelmiştir...
ANARŞİST ÜTOPYA
Girişte de söyledim, nasıl sona ereceği apaçık ortada olan bir hikâye anlatmış Barba. Tragedyanın kalıplarını kullanıyor; kahramanların kaderi, onları bekleyen kıyamet, geri dönüşün imkânsızlığı bu hikâyenin alın yazısı. Yine de okumaya başladığımızda Barba’nın hikâye anlatım ustalığının büyüsüne kapılıp olup bitenleri merakla takip etmekten kendimizi alamıyoruz. Tıpkı birkaç kez okuduğumuz/sevdiğimiz bir kitaptan uyarlanmış bir filmi seyrederken aldığımız zevk ve heyecan gibi.
Anlatıcı, 22 yıl önceki bu olayın tanığı olarak, sanki bir belgesel sunarcasına başlar anlatmaya. Bir dizi -hayali- kaynak kullanır... Ancak sayfalar ilerledikçe niyetinin tanıklıktan ziyade hakikatin ve kendi sorumluluğunun itirafı olduğunu fark ederiz. Kısacası tarafsız ve güvenilir bir anlatıcı değildir. Boşlukları doldurmak okuyucuya bırakılmıştır.
Anlatıcının benimsemek istediği ‘resmi’ tona ve tanıklığını dayandırdığı resmi belgelere rağmen ‘Işıklar Ülkesi’, kuru bir gerçekliğin çok ötesinde; güçlü tasvirler eşliğinde mükemmel bir görsellik sunuyor. Girişteki orman tasvirlerinden sonda çocukların sığındıkları kanalizasyondaki -romana adını veren- ışıklara kadar pek çok sahnede imgelerin zenginliği dikkat çekici.
Barba, anlatım zenginliğini içerik zenginliği ile birleştirerek unutulmayacak bir roman kaleme almış. Öyle ki, otorite yokluğu ve başka bir dil yaratma gayretleriyle bu sistem dışı çocuklar, geçmişten bugüne dek uzanan isyancıların ya da emperyal politikaların kurbanlarının alegorik temsili niteliği kazanıyorlar. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin ikiz dehşetini barındıran ‘Işıklar Ülkesi’nde Barba’nın dili milliyetçi söylemi teşhir ediyor; ötekiler olarak çocukların varlığına karşı yerleşik ‘biz’lerin endişelerini, bu endişelerin doğurduğu yıkıcılığı...
Internet sitelerine baktığımızda pek çok ciddiye alınır yorumcunun “Işıklar Ülkesi” ile William Golding’in 'Sineklerin Tanrısı' arasında bağlantı kurduğunu görebiliyoruz. Bağlantı “masumiyet yitimi” ve şiddet üzerinden kuruluyor. Zorlama bir benzerlik. William Golding 'Sineklerin Tanrısı'nda ıssız bir adada mahsur kalan gençlerin iktidar mücadelesini, otoriteye boyun eğiş mekanizmalarını anlatırken çocuklardan yola çıkarak insanın doğasını ve kötülüğü sorgulamıştı. Oysa Andres Barba ‘Işıklar Ülkesi’nde ‘normal’ çocuklara bir özgürlük vaadi, başka bir dünyanın mümkün olacağı inancı sunan, hiyerarşik ilişkiden tamamıyla uzak bir çocuk topluluğu tasarlıyor. Çocukların farklı bir dil icat etmeleriyle de desteklenen ‘anarşist bir ütopya’ tasarımı bu.
Çocukların hiyerarşiden, rekabetten, çalışmadan uzak hayatları ile San Cristobal’ın orta sınıflarının hayatları arasındaki karşıtlığa özellikle vurgu yapıyor Barba. Kendilerine yabancı bir hayatın barındırdığı özgürlük vaadi, orta sınıf hayatlarının altüst olacağı korkusudur onları rahatsız eden. Tam da bu nedenle cezalandırılır çocuklar; tıpkı dünyanın diğer isyankâr çocukları gibi... Ama ektikleri tohumlar canlılıklarını korumaktadır: “Otuz İkiler’in konuşmalarının fısıltıları, sırları hâlâ altımızda titriyormuş gibi hissediyorum.”