Güncelleme Tarihi:
Şiirin zenginliğinden söz ederken, unutmuyoruz, ama şiirin renginden, renkliliğinden de söz ediyoruz. Şiirin beş duyuyla yazılıp okunduğu yeni bir keşif değil artık. Altıncı duyuyu geçiyoruz, çift sayı diye! Hem de sağduyu, oturaklı, devletli filan, şiire uymaz. Öyleyse şiir, yedinci duyu diyelim. Şiire klasik kalıplarla, mazmunlarla bakanlar için kabulü pek kolay olmasa gerek ama, şiir en çabuk aşama kaydeden, kendini yenileyen, onaran bir hücre olarak var yaşamın ve yazının içinde. Astrofizikçiler, çevrebilimciler, kuş gözlemcileri çalışırken şiir de boş durmuyor yani, evet gökyüzüne bakıyor, o da çalışmak sayılmaz mı?
Üç kitabın ikisi ilk kitaplar. Mehveş Demirer’in ‘Can Kozalağı’ (Pikaresk) gepegenç şiir, düpedüz gençlik. İlk kitap havasını, tadını ve güzelliğini fazlasıyla barındırırken, yine gençliğe özgü o cömertliği de taşıyor, sözünü de sakınmıyor. Bitmiş ve her şeyiyle tamamlanmış bir şiir sunmaktan çok, yolculuğunu, durduğu, hızla geçtiği, yavaşladığı yerleri, yolculuğun hallerini de şiirde görüyoruz. Kusurun güzelliği de böyle bir şey. Yola çıkmanın güzelliği ve artık hep orada olma arzusunu coşkuyla duyuran bir şiir.
Nihal Başgöl’ün ‘Ekşi Kana Yemin’i de (Çalakalem) bir ilk kitap. Şiirleri okumaya başladığımda ‘gotik’ diye düşündüm, birkaç şiir sonra Poe’nun ‘Kuzgun’undan bir alıntı gördüm. Renkleri her zaman siyah, beyaz, kırmızı, yeşil diye sıralamıyoruz, güneşli diyoruz, yolda görüyoruz, gotik buluyoruz ve gözlerimizi buna alıştırıyoruz. Adı da, kitabın şiirin gecesinde hayli demlendiğini söylüyor, insanın içine oturacak hale geldiğinde ise yayımlanmış gibi bir izlenim uyandırıyor. Can havliyle yazılmış şiirler değil fakat, kötülüğün karanlık sularında hayli yıkanmış ve onları göstermeye yemin etmiş bir şiir. İnsanın karanlığından sökülmüş şiirler.
Üçüncüsü Mustafa Atapay’dan ‘Göğün Topraktaki Aklı’ (Mantis). Dört kitabı var. Bunu ‘Mustafa Diye Bir Şiir’ olarak okuyorum. Atapay şiirin güneş burcundan, içindeki, aklındaki aydınlık, ışık patlaması sanırım şiir olarak yayılıyor. Şiir onun ev ödevi, ruh ödevi ve bir elişi kâğıdına güneşler çiziktiren bir çocuk gibi çiziktiriyor aslında. Onun şiirlerini okurken, güneşli ruhunun etkisiyle mi bilmem, dişlerim bile kamaşıyor. Kimi şairler için söylediğimi onun için de söylerim: Ben Mustafa Atapay gibi şiir yazmak istiyorum. Şöyle şeyler: “sakıncalı bir at binicisiydim/ne zaman bir ata atlasam/geyiğe dönüşürdü atlar/tahtlar, bahtlar benden düşerken/bir üzüm tanesini göğsümden içeri düşürdüm.”
Demirer’in şiir rengi bir şiirinin de adında: ‘Kışın Adı Mavi’de diyor ki: “geldiğimde sen, bir elinle denizden/diğeriyle çölden aldın beni”. Uzun, geniş bir yolculuğu göze almanın merakı okunuyor şiirlerinde: “kendine o meraktan bir yalnızlık çiz” diyor ama, merakı daha büyük heveslerde, tıpkı dizelerinin genişliği gibi soluklu bir şiir yolculuğunda. Başgöl “tanrı beni inanmış kullarından aldı” dizesini yazarken tanrının onu durmadan uğuldayan bir şiirin karasına bıraktığını söylemiyor ama şiiri, okuru bir uğultular denizine bırakıyor. Durmadan zonklayan, ağrıyan, bulaşan, katılaşan, iç içe geçen bu şiiri, ellerini yakan kor sözcüklerle yazmış olmalı. Karanlık bu kadar ışıklı olabilirdi, parlayabilirdi. Nihal’in şiiri koyu ve iki anlamda da sık, sıkı. Hem dile getirdikleri hem de yoğunluğu ve şiirden de milim sapmamasıyla: “bir gül çürüdü herkesin içinde” derken, “o gidenler bilirler/su vermeyecek düştükleri hiçbir kuyu/artık o gidenler senin ancak cesedini getirirler” derken ve “biz insanı sadece kendini gösteren/kutsal bir sırdan yarattık” diye “ekşi kana yemin” ederken de.
Mustafa’nın sevinci göksel, şiiri de, kitabının adı gibi ‘Göğün Topraktaki Aklı’: “ve ben Mustafa/Mustafa olan Mustafa/bir dua aranırken güneşe dair/bir kedinin yalanmasındaki şüphedeyimdir.” Mustafa’yla şiiri aynı renk; buğday mı desem, sarı başak mı? Neşesi güneşten, şiiri neşeden.