Güncelleme Tarihi:
Latince ünlü bir söz şöyledir: “Voluntas hominis it ad malum”, yani insanın iradesi kötülüğe meyillidir. Bu meylin en açıkça görüldüğü yer de, dünya tarafından en kabul edilen hali de Yahudi Soykırımı olsa gerek. Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı”nı da soykırım sonrası yazması tesadüf değil elbet. Ne de olsa, 1,5 milyonu çocuk 6 milyon Yahudi, Nazilerin ölüm makinesinde, “demokratik” bir seçimle iktidara gelmiş, sonra demokrasiyi yok etmiş, kendi hukuk kurallarını uygulamış ama soykırımı bile bu kurallar içerisinde yürütmüş Hitler rejiminin elinde, dünyanın gözü önünde, kimsenin de çok ses çıkarmadığı bir sürecin sonunda hayatını kaybeder. Bu nedenle “Tarla Kuşuydu Juliet” gibi eserleri Türkiye’de de çok sevilen Macaristan doğumlu Ephraim Kishon’un da dediği gibi, failler listesinde sadece Almanya yoktur: “Slovakların bakire Yahudi kızları, askerlere ayrılmış genelevlere kapattıklarını biliyor muydunuz? Macaristan’da on binlerce Yahudi’yi Tuna’nın donmuş sularında boğduklarını biliyor muydunuz? Ya Romenlerin, gruplar halinde Yahudileri öldürmeleri ya Polonyalıların memleketlerini en uygun toplama kampları için önermelerinde hiç mi suç sayılmaz? Nazilerle el altından işbirliği yapan Fransız polis şefleri, hele 110 bin Hollandalının gönüllü olarak hücum kıtası SS’lere katılmalarına ne demeli?”
“Yurt çocukluğun ve gençliğin ülkesidir”
Kurtulanlarsa, kurtulmayı başaran Avrupa Yahudileriyse bir daha asla eskisi gibi olamaz. Bunu kendisi de bir Holokost kurtulanı olan Jean Améry şöyle anlatır: “Yeni yurt/vatan’ diye bir şey yoktur. Yurt çocukluğun ve gençliğin ülkesidir. O ülkeyi kaybetmiş olan kişi, yabancı ülkede artık bir ayyaş gibi yalpalamamayı, tersine ayağını yere az çok korkusuzca basmayı istediği kadar öğrenmiş olsun, bir kaybeden olarak kalır.” İşte Serdar Korucu, 12. kitabında, Alfa Yayıncılık’tan çıkan son çalışmasında, “Türk Basınında Yahudi Mülteciler” kitabında, kesin bir ölümden, yani bir Yahudi olarak Nazi Avrupası’nda kalmaktansa her şeyi göze alıp yola çıkanları, sonundaysa birer “kaybeden” olarak yaşamak zorunda kalanları konu alıyor.
Serdar Korucu’nun da dediği gibi Türkiye’de bu konu konuşulduğunda ilk akla gelen Struma gemisi olmaktadır. Bunda Zülfü Livaneli’nin Seranad eserinin de hakkını teslim etmek gerekir. İşte bu dönemde Başvekil Refik Saydam, “Türkiye, başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara melce, olamaz. Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur” der. Bu tutulan yol trajedilere yol açmıştır, açacaktır da. Öncesinde tarihe “Silivri Faciası” olarak geçen Salvador gemisi ya da 1944’te Karadeniz’de saldırıya uğrayan Mefkûre en bilinenler arasında yerini alır. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı politikası eleştirilebilir elbet. Kitapta da alıntılandığı gibi, Corry Guttstadt “tek taraflı tarafsız” kaldığını söyler, Zekeriya Sertel, dönemin iktidarını Türkiye’yi “yarı sömürge” yapmakla suçlar, savaşın sonuna kadar Türkiye’nin krom ticaretini Almanya’ya sürdürdüğünü hatırlatarak. Yoklukla anılan, dünyanın dört bir yanının ölümle anıldığı yıllarda İsmet İnönü ise halkına o ünlü sözünü söyler malumunuz: “Sizi ekmeksiz bıraktım ama babasız bırakmadım.”
Doğru, İnönü, Ata’sını daha yeni kaybetmiş genç Türkiye’nin halkını “babasız” bırakmaz. Fakat savaş yıllarında Yahudi mülteciler için antisemit dil kullanan dönemin ünlü kalemlerinden çıkan “erimiyen çakıl”, “Musanın serseri ahfadı”, “bu unsur hicret esnasında parasını beraber götürebilse hiçbir şeyden korkmaz”, “hiç kimseye husumet vesilesi olmasınlar” gibi sözler de 1938-1945 yılları arasında Türk basın tarihine geçer. Ya da 700’ün üzerinde insanın hayatını kaybettiği Struma faciası sonrasında Çanakkale Milletvekili Ziya Gevher Etili’nin “Devletin başına belâ oldu. Gittiler, belâlarını da kendileri buldular” çıkışı siyaset tarihinde yerini alır. Bu krizde durulması gereken yeriyse yine kitabın içinde bulup sözü Altan Öymen’e bırakmak gerek: “Türkiye bu Yahudileri kabul etmeliydi… Kabul etmese bile, başka devletlerle temas ederek onlara sığınacak bir yer bulmalıydı.”