Güncelleme Tarihi:
Yapıtları ve siyasi görüşleriyle Gulam Hüseyin Sâedi, ülkesi İran için önemli bir entelektüel figürdü. 1934’te orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak Tebriz’de dünyaya geldi. Okumaya meraklıydı ve henüz lisedeyken Tebriz’de yayımlanan üç Farsça gazetenin yöneticilerindendi. Musaddık’ı deviren darbeden sonra tutuklandı ve kısa süre hapiste kaldı. Tebriz Üniversitesi’nde tıp fakültesine kaydoldu ve ilk öykülerini yazmaya başladı. Tıp fakültesinin son yıllarında kısa öykülerden oluşan ilk kitabı ve iki tiyatro oyunu yayımlandı (1960). Ne var ki oyunlarından biri sansür tarafından toplatılacaktı. Tıp fakültesini bitirdikten sonra orduya alındı. İsmi SAVAK tarafından mimlenmişti. Nitekim askerliğini ‘sakıncalı piyade’ olarak tamamlayabildi. Terhis olduğunda (1962) bir süre köy doktorluğu yaptı. Daha sonra Tahran Üniversitesi’nde psikiyatri uzmanlığına başladı. İhtisasını bitirdiğinde bir ruh sağlığı hastanesinde çalıştı ve yazmayı hiç bırakmadı. SAVAK tarafından ‘siyasi faaliyetleri’ nedeniyle defalarca tutuklandı ve hapsedildi, ağır fiziksel işkencelere katlandı. Buna rağmen demokrasi mücadelesinden vazgeçmeyecekti. Ancak şahın devrilip Teokratik İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından ve arkadaşı oyun yazarı Sayid Soltanpour’un idam edilmesinden sonra İran’da yaşamanın artık mümkün olmadığına karar verdi ve Fransa’ya iltica etti. Siyasi ve edebi faaliyetlerini Paris’te de aksatmadı. 1985’te karaciğer sirozu teşhisiyle hastaneye kaldırılan Sâedi, çok geçmeden hayata veda etti. 50 yıllık ömrüne 50’ye yakın kitap sığdırmıştı. Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda Sadık Hidayet’in yanı başına gömüldü.
HOCA’NIN DERDİ
Azerbaycan topraklarında başlıyor hikâyemiz. Devlet, göçebelerin Meşrutiyetçiler ile birlikte hareket edeceği düşüncesiyle köyleri boşaltarak göçebeleri iskâna zorlamak niyetinde. Askeri harekâtı yapacak olan kişi Rahim Han’dır ama devlet Rusya’dan da yardım istemiştir. Rus generali Dilmaçof, askerleri ve topu ile bölgeye gelmiş, Rahim Han’a görüşme talebinde bulunmuş ama Rahim Han bu yardımı geri çevirmiştir. Öfkelenen Dilmaçof gerek Rahim Han’a gerek civardaki köylülere gözdağı vermek için topu yüksek tepeye yerleştirir.
TOP DEYİP DE GEÇMEYİN
“Dönemeçlerden geçerken bir heyulayı andıran büyük topu gördü. Sanki tepenin üstüne başka bir tepe bindirilmişti. Atın dizginini çekti. Keçiyolunu geçti, başka bir açıdan baktı. İlk defa böyle bir büyük düşman görüyordu. Dik ve uzun boynu, geniş ve sağlam göğsü ile güneşin tam karşısında durmuş, gülümsüyordu. Bir vahşi hayvanın pençelerini andıran ayaklarını toprağın kalbine geçirmişti. Görünüşüne öylesine görkem katmıştı ki, kendini ormandan dağlara vurmuş esrik bir aslana benziyordu.”
Rus general amacına ulaşmıştır. Heybetli topu gören ya da duyanların yaydığı türlü tevatür korkunun katmanlaşmasına, köylülerin evlerini terk edip mağaralara sığınmasına yol açacaktır. İşte tam bu sırada, kendisine yakıştırdığı Mir unvanıyla çok sayıda köyün dini önderliğini sürdüren Haşim Hoca çıkar sahneye. Köylüden Rus askerlerinin geldiğini ve olası bir savaşın çıkmak üzere olduğunu öğrendiğinde paniğe kapılır. Zira yıllardır köylülerden topladığı paraları koyunlara yatırmış ve koyunlarını birbirine düşman obalardaki çobanlara emanet etmiştir. Ne yapıp etmesi, askeri harekât nedeniyle yerlerinden olan obaların karşı karşıya gelmesini ve çıkacak çatışmada servetinin kaybolmasını engellemesi gerekmektedir.
Ve bu andan itibaren çok hızlı bir tempoya bürünecektir. O obadan öbür obaya, Rahim Han’ın yanından Dilmaçof’un karargâhına mekik dokuyan Haşim Hoca, Azerbaycan topraklarını kat eder durur. Ne var ki Rusların yürüyüşü başladıktan sonra Hoca’nın malını ve itibarını koruması hiç kolay olmayacaktır...
HALKLAR BİRLİK OLURSA
Kitabın girişine kapsamlı bir Önsöz hazırlayarak Sâedi, düşünceleri ve eserleri hakkında okuyucuyu bilgilendiren Farhad Eivazi, Haşim Hoca tipine dikkat çekiyor: “Sâedi, Haşim Hoca özelinde hiyerarşik yapıların, iktidar ilişkilerinin, yanlış şekillendirilmiş dini yapıların, etik değerler üzerinde oluşturduğu tahribatı gözler önüne serer. Oysaki bu roman, asıl meselenin zorluk içinde yaşayan, iktidar tarafından bir o yana, bir bu yana savrulan köylüler, obalılar, yani halk olduğunu gösterir (...) Hoca, küçük menfaatler peşinde koşan, cahil, zavallı bir din adamıdır sadece.”
Böyle bir din adamı figürü Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazılan Türk romanlarında da işlenmişti. Ancak Farhad Eivazi’nin belirttiği gibi, “Sâedi, Doğu’daki iktidarların sömürge aracına dönüşen dini, dinsel öğelerin kültüre etkisini anlamaya, değerlendirmeye çalışır; ancak bunu yaparken dini aşağılamaz, saygısızlık etmez. Gerçekçi bir bakışla topluma, olaylara, insanlara bakar; okuru da kendi baktığı yerden bakmaya çağırır.”
Öte yandan farklı bir din adamı tipini yerleştirmeye de özen gösterdiğini belirtmek gerekir; Meşrutiyetçileri destekleyen ve Azerbaycan halklarını birleşmeye ve isyana çağıran Meşkinli İmamverdi Hoca, olumlu din adamı tipinin temsilcisidir. “Her iki hocanın elinde de aynı siyah bayrak vardır; ancak her ikisinin bu bayrağı taşıma nedeni birbirinden farklıdır.”
‘Top’ tarihi bir olaydan hareketle gerçeklikler ile kurmaca arasında bir denge tutturuyor. Aslında kurmaca yanı daha ağır basan bir anlatı. Dağları, tepeleri, kırsalı, obaları ve insanlarıyla çok canlı bir atmosfer yaratmış Sâedi. Çok ekonomik ama gerekli yerlerde ayrıntı zenginliği olan bir dil. Vahşi bir doğanın önünde ise memleketinden insan manzaraları canlandırmış. Söylemek gerekir ki halk güzellemesi de yapmıyor. O dönem İran’ındaki erkek egemen beylik düzenini, hiyerarşik yapıyı çok iyi yansıtırken böyle bir yapının bir geleceği olmadığını da sezdiriyor.
Gulam Hüseyin Sâedi, konu ve kişileriyle, sade ama çarpıcı anlatımıyla Çehov’un özgün bir mirasçısı. İran’ın güçlü masal geleneğini ve kâbuslarını da katmış üslubuna. Bir röportajında, “Doğrusu ben kâbuslarımı, evhamlarımı yazıya döküyorum. Kendimi değil, etrafımdaki insanları ve olayları düşündüğüm için de evhamlarım ve kâbuslarım bunlarla ilgili” diyen Gulam Hüseyin’in gerçekçiliğinde ‘büyülü’ bir yan var. Tam da bu nedenle “O, İranlılar için Marquez’den önceki Marquez’dir” demişler Sâedi için...
Sâedi’nin kâbusları ve evhamları şah diktatörlüğü altında ezilen -genelde İran, özelde Azerbaycan- halkını düşünmesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle kısa ve alegorik hikâyesini siyasi bir uyarı ya da temenni denilebilecek bir sahneyle bitirmiş. Yerleşik köylüler ve göçerler birbirleriyle kavga dövüşü bir kenara bırakıp bir araya geldiklerinde ne top ne düşman ne de üçkâğıtçı hocalar kalacaktır önlerinde...