Güncelleme Tarihi:
Bugün edebiyatta 50 yılı geride bırakmış ve 40’ın üzerinde kitaba imza atmış Selim İleri, yeni romanı ‘Sona Ermek’te yine okurunu fazlasıyla mutlu edecek bir anlatıya imza atıyor. Çünkü romanı bitirdiğinizde görüyorsunuz ki, Selim İleri kalemi elinden bırakana kadar her yeni kitabında okurunu şaşırtmaya, yeni okurlar edinmeye devam edecek. Bu cümle, onun bütün eserlerini okumuş, taraflı bir okur cümlesi olduğu kadar, dikkatli ve tarafsız tüm okurların kurabileceği bir cümle...
Selim İleri, ‘Sona Ermek’te, yazdıkları ve yaşadıklarıyla tarumar olmuş bir yazarın son hamlesini romana getiriyor. Yıllar önce, 17’nci yüzyılda geçen bir roman yazmaya ‘yeltenmiş’, bugün 60’larının sonlarına merdiven dayamış bir yazarın, takıntılı biçimde o yazmadığı/yazamadığı romanı yeniden yazmaya yeltenişi ve bu esnada yaşadığı hatırlamalar ile hesaplaşmaların romanı ‘Sona Ermek’.
Yıllar önce yarım bıraktığı romanın yazma hazırlığını hatırlayışla açılıyor perde. Sahnenin hemen başlarında, anlatıcının hayatı boyunca hayranı olduğu ve ‘Kraliçe’ adını verdiği, 90’larında bir kadın yazarla yaptıkları sohbetler, Kraliçe’nin yazarlık hayatında yaptıkları ve yapmadıkları kadar, onun hak ettiği değeri görüp görmediğiyle hesaplaşmaya başlıyor anlatıcı. Kimi noktalarda aslında kendinin de Kraliçe’yi doğru zamanda doğru biçimde anla(ya)madığını itiraf ediyor.
Anlatıcının ‘sen’ hitabıyla seslendiği 60’larındaki yazarın 17 yüzyılda geçen, Macbethvari bir üslupla aktarmaya çalıştığı 4’üncü Murad’ın anlatısı etrafında şekilleniyor ‘Sona Ermek’. Merkezinde bu 17’inci yüzyıl anlatısının yer aldığı bir döngü üzerine kurulu roman. Hepsinin kesişim noktasının ‘yazılamayan anlatının’ olduğu romanında Selim İleri, dışa doğru genişleyen iç içe 8’ler çiziyor adeta. Anlatıcı önce Kraliçe ile arasında yaşanan anıları ve onun yazıp yazmadıklarını irdeliyor, sonra başka anılar sökün ediyor, ardından yıllar önce o romanı neden yazamadığıyla hesaplaşırken bir sonraki döngüde yeniden yazmaya yeltenişin yarattığı sancı çıkıyor karşımıza. Yani, o romanı yazdığı yıllarda ve yazıldığı (belki de yazılamadığı) kadarıyla harcadığı emeğin muhasebesini yapıp, bugünden düne bakarak hüzünlü bir hesaplaşma yaşıyor.
Artık her şeyin sona erdiğini fark eden, kendisinin de sona ermek üzere olduğuna kanaat getiren ve yazamayacağına inanan bir yazar var karşımızda. Dolayısıyla Kraliçe’den başlayarak (dikkatli okurlar Kraliçe’de Peride Celâl izleri bulacaktır) Virginia Woolf, Ahmet Haşim, Stendhal, Tanpınar, Abdülhak Hamit Tarhan, Halit Ziya, Çehov, Cahit Sıtkı, Halide Edip, Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi Hisar, Gogol, Sait Faik, Yahya Kemal ve nicesinin sökün ettiği uzun listede sadece Türkiye’de değil dünyada da yaşarken ilahlaştırılan veya kıymeti bilinmeyen yazarların ve eserlerin ‘gördüğü’ veya ‘görmediği’ itibarı sorguluyor.
ÖLÜM KONFETİLERİ
Baştan sona ölümün gölgesinin üzerimize düştüğü, her sayfasında ‘ölüm konfetileri’nin saçıldığı bir roman bu. Anlatıcı kendisiyle hesaplaştıkça içindeki umutsuzluk, öfke daha da belirginleşiyor. En çok kendisine batırıyor çuvaldızı. En nihayet “Hep örtmeye çalıştın zaten, koşullar öyle gerektiriyordu, hep örtbas etmeye. Büyük hesaplaşmada örtbas edişlerini yazmalısın” sözleriyle faturayı kendine kesiyor.
Acemi bir kalemde kolaylıkla postmodern bir roman maskarasına dönecek konu ve anlatımı, kurgunun merkezine koyarak ustalıkla bambaşka bir yere çıkarıyor Selim İleri.
Bir önceki romanın kahramanı Sayru Usman, bütün nefretini kustuğu toplumla barışmak isteyen biriydi. Çevresince yeterli görülmemiş ve hep dışarıda tutulmuş edebî bir mağluptu. Bu sayede gerçekleri görebilmiş, ancak eleştirdiği ve nefret ettiği insanlara benzeyebilecek zayıflıkta ve kötülükte bir karakter... Bu kez benzer kaderi yaşasa da öfkesini çevresine değil kendine yönelten, dünyanın haksızlıklarla dolu olduğunu bilen ve bununla yüzleşen bir anlatıcı var karşımızda.
En başından son cümlesine kadar ‘yalnız ölündüğünü’ dile getiriyor anlatıcı. Yaşarken büyük ilgi gören ‘ilah’ yazarların hayatlarındaki tüm kalabalığa rağmen aslında yalnız bırakıldıklarını görüyor. Bu yalnız bırakış, ‘handiyse’ yaşarken ölü ilan edilmek ve hatta sınırsızca kurulan övgü cümleleri, aslında birer ölüm konfetileri. Tüm o şaşaanın birgün sona ereceğini, sonra kimsenin o ‘ulu’ yazarları hatırlamayacağını söylüyor. Övgüyü de ölüm sessizliğini de bilen bir anlatıcı var karşımızda. Alkışların, övgülerin aslında nasıl birer ölüm konfetisi olduğunu çok iyi bilen bir anlatıcı...
Aynı şekilde hayattayken beklediği/hak ettiği ilgiyi göremeyen nice yazarın eserinin neden ölümsüz olabildiğini sorguluyor anlatıcı. Onların, bu yalnızlığı çok iyi bildiğini ve kendi yollarını, hayatlarını çizdiklerini belirtiyor. Cebine doldurduğu taşlarla bir bataklıkta ölmeye yatan Viriginia Woolf’u döne döne hatırlatması bundan. Bahsi geçmişken İleri’nin romanda anımsamalar, dün, bugün arası sıçramalarla zamanı kullanış biçimini, Woolf’unkinin yerli bir örneği olarak değerlendirmek gerek.
USTA İŞİ BİR KURGU
Dümeni yıllar önce ‘borç ödemeye’ kırmış bir yazardır Selim İleri. Bunu daha önceki öykülerinde, haftalık-aylık yayınlarda kaleme aldığı yazılarda ve kendisiyle yapılan söyleşilerde defalarca ortaya koymuştu. ‘Sona Ermek’te bunu usta işi bir kurguyla gerçekleştiriyor. Belki de bu yüzden, ‘Sona Ermek’teki anlatıcının Selim İleri olup olmadığı yönünde şüphelere düşebilir okur. Hatta, 19 Mayıs tarihli Hürriyet Kitap Sanat’taki ‘Garlar, peronlar, tren istasyonları’ başlıklı yazısını okuyanlar Tanpınar’ın ikinci öykü kitabı ‘Yaz Yağmuru’ için kurduğu “Yaz Yağmuru’nu sözümona ödünç almış, enişteme bir daha geri vermemiştim” cümlesinin ve başka yargılarının aynı biçimde ‘Sona Ermek’te de olduğunu göreceklerdir. Ancak buna bakarak kahramanın Selim İleri olduğunu sanmak yersiz. Zira, Selim İleri çok önceleri, meselâ ‘Yarın Yapayalnız’ adlı romanında açıkça Selim İleri adlı bir yazar karakter kullanmıştı. Orta yaşlarını çoktan geride bırakmış Handan Sarp’ın yazar Selim İleri’yi araması ile başlıyordu roman. Sonrasında romandaki yazar karakteri olan Selim İleri ile romanın yazarı olan Selim İleri’nin aynı kişi olup olmadığı bir muğlaklık yaratıyordu. Tıpkı oradaki gibi burada da oyuncaklı bir anlatım tekniği kullanıyor Selim İleri. Haliyle hatırlatmakta yarar var, kurmaca ve gerçeklik açısından sürekli tartışılan, yazarın kendisi olup olmadığı meselesini bir kenara koymalıyız. Çünkü asıl önemlisi, diğer kahramanların yarattığı gerçeklik duygusu. Onun romanlarındaki gerçek şahsiyetler roman kurgusu içinde kurmaca şahsiyetlere dönüşürler. ‘Sona Ermek’te bunun zirve örneklerinden birine imza atıyor Selim İleri.