Güncelleme Tarihi:
Büyük sanat eserleri yorumbilimin de önünü açarlar. Sadece içeriye aldıklarıyla değil, belki asıl dışarıda tutuklularıyla büyüktürler. Bu bağlamda ilkin özellikle 19’uncu yüzyıl boyunca dünya kültür ve sanatına hâkim olan Avrupa’ya karşı, Anglosakson âlemin belirişinin şiiridir ‘Çorak Ülke’. Nasıl Avrupa İkinci Dünya Savaşı süresince siyaseten kendisini yok etme eşiğine geldiğinde yeni lider Amerika doğmuşsa, kültürde de Pound ve T.S. Eliot gibi şairlerin yükselmesi söz konusudur. Bunu, her iki şairi de doğurup/yoğuran Paris, Londra, Roma iklimini de hatırda tutarak söylüyorum.
Gecikerek de olsa dilimize birden çok çeviri ile kazandırılan ‘Çorak Ülke’, kurucu bir metin olarak hâlâ diriliğini sürdürüyor. Onun son ve güncel çevirisi Cem Yavuz tarafından yapıldı ve yayımlanışın 100’üncü yılına adandı. Cem Yavuz kısa fakat çerçeveleyici ‘sunuş’ yazısında onun ‘geçmişşimdigelecek’ karakterini tespit ettikten sonra edebiyat ve kültür içerikli bağlantılarına da vurgu yapıyor. Sunuş, ‘Çorak Ülke Üzerine Notlar’la beraber okunduğunda, Yavuz’un çeviri metne katkıları daha iyi fark edilecektir.
Şiirle daha iç içe yaşamaya başladığım ilkgençlik dönemlerinde Yüksel Peker çevirisi vesilesiyle okumuştum ‘Çorak Ülke’yi. Her çeviri bir öneri olduğu kadar yöntemdir ve dilimizde harcanmamış, ilerletilmiş metinler arasındadır ‘The Waste Land’. Peker çevirisiyle dimağımıza özellikle yerleşen şiir tadının bir adım ileri taşındığını yaşıyoruz Cem Yavuz çevirisinde. Bu deneyim, geçmişteki kısık hamlelerin tekrar edilmemesi açısından önemli. Türkiye’de büyük şiir ideali taşıyan şairler açısından da yeni bir referans.
‘Çorak Ülke’nin çokdilli, çokkültürlü, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında salınımlanan duyuşları sadece modern bir yazma tekniğiyle açıklanamaz. Modernizmin parçalandığı yerden kendisini yenileyen doğasıyla da açıklanabilir. ‘Defin Merasimi’nden başlayarak her bölüm aslında bağımsızdır ve modernizmin kapalı odaları gibi de okunabilir. Metnin, Eliot’ın şahsi hayatı ile ilişkisi değil, hâlâ bugün yaşayan insanla temas kuruyor olabilmesi önemlidir. Hayatını yaşadığımız tuhaf fakat canlı arkeoloji gibidir ‘The Waste Land’. Eğer insan geçmişte olduğundan daha çok ‘dağlarda, işte orda özgür hissediyorsan kendini’ diye iç geçiriyorsa bugün ve onun bildiği ‘anca parçalanmış suretler yığınıysa güneşin kavurduğu’, bir şiirin zamanı daha ne denli uzun sürebilir?
Evrensel metinler duyuşları kadar duyuruşlarını da derinleştirirler antropolojik olarak. Bu bağlamda “Tanıdık birini gördüm orda, seslenip durdurdum sonra: Stetson!/ Yanımdaydın gemilerde, Mylae’de beraberdik seninle!/ Geçen yıl bahçene diktiğin şu ceset/ Başladı mı filizlenmeye? Çiçek açar mı bu sene? Dağıttı mı yoksa döşeğini birden bastıran ayaz?/ Aman ha uzat tut köpeği, insan canlısıdır o/ Tırnaklarıyla eşeler de çıkarıverir gene! / Sen! Hypocrite lecteur!- non semblable, -non frene!” ‘Hülyalı Şehir’ başlığıyla gelen bu bölüm belki de Eliot’ın metin boyunca gidebildiği en derin yerlerden biridir. Ve çağca ve birlikte yaşadığımız bölünmeyi hangi şiir bu kadar güçlü verebildi? “O üçüncü kim, her daim yanında yürüyen?/ Sayıyorum da bi’sen varsın bir de ben...”