Güncelleme Tarihi:
Tito’nun ölümünden sonra, Yugoslavya’yı oluşturan federe devletleri temsil eden politikacıların etnik kimliklere vurgu yapan hiddetli konuşmaları, 1990’ların başında iç savaşın fitilini ateşlemişti. “Ben kimim?” ve “Sen kimsin?” sorularıyla şekillenen sokaktaki milliyetçilik ve etnik kimlik siyaseti savaşa dönüşünce yeni bir soru dillendirilmişti: “Şiddet nasıl oldu da bu kadar sıradanlaştı?”
Savaşla birlikte yersiz-yurtsuzluk, ruhsal sorunlar, hapishaneler ve katliamlar coğrafyanın gerçekliği halini almıştı: Arkadaşlar birbirine düşman kesilirken lümpenler muteber komutan mertebesine erişmişti, serseriler azılı birer katil olurken yakın geçmişte yan yana yaşayanlar mezarsız ölüye dönüşmüştü.
1995’te 8 bin 372 kişinin soykırıma uğradığı Srebrenitsa’da Birleşmiş Milletler’e tercümanlık yaptığı için kurtulan ama ailesinin katledilmesini engelleyemeyen Hasan Nuhanoviç, ‘Son Sığınak’ta tüm bu süreçlerin acımasızlığını ve çatışmalardan kaçarak geldikleri kentte 20. yüzyılın en büyük barbarlıklarından birinin tanığı olmanın ağırlığını hissettiriyor.
TEPELERDEN GELEN SAVAŞ
‘Güvenli bölge’ ilan edilen Srebrenitsa’da görev yapan BM Barış Gücü’ne bağlı Hollanda Birliği’nin Boşnakları Sırplara teslim etmesiyle yaşanan soykırımda ailesini kaybeden Nuhanoviç, açtığı davalar ve döneme ilişkin yazdığı kitaplarla tanınıyor. O dönem, BM görevlilerinin her şeyden haberdar olduğunu ve katliamı engellemek için hiçbir şey yapmadığını söyleyen Nuhanoviç Sırpların, insanları etnik ve dini kimliğine göre sınıflandırarak katlettiğini hatırlatırken ayrımcı söylemleri, tanık olduğu cinayetleri ve öldürülenlerin yakınlarının anlattıklarını bir sözlü tarih anlatısı biçiminde sunuyor.
Alexandar Hemon’un ifadesiyle “hayatların tetikçilerin parmağının ucunda olduğu ve hızlı koşmayanın öldüğü” Saraybosna’dan Srebrenitsa’ya uzanan savaşa dair anılar bulunuyor ‘Son Sığınak’ta. Dubravka Ugrešic’in bahsettiği ikiye bölünerek yitip gitmiş hayatlara ve savaşın oyun olmadığına ilişkin bir anlatı bu: “Savaş tepelerden uçarak size saniyeler içinde ulaşır ve beraberinde büyük bir korku getirir. Duvarlardan geçer, dağları ve nehirleri aşar. Zihninize, kalbinize ve ruhunuza işler. Oralara yerleşir ve kolay kolay terk etmez.”
Nuhanoviç’in anlatımında beraber yaşama kültüründen etnik ayrımcılığa evrilen süreç, savaşa hazırlık (ülke içinde başlayan göç ve yerinden etme dalgası), düşmanlık ve çatışma öne çıkıyor. Katile dönüşen sıradan insanlara komuta edenlerin, BM’nin ve kurbanların başrolde olduğu bu zaman dilimini kâğıda döken Nuhanoviç, ‘unutulmuş insanların’ ölüme nasıl sürüklendiğini (ölüm yürüyüşünü-Marš smrti’yi) ve hayatta kalma uğraşını, bazen bir günlük, bazen de bir roman havasında anlatıyor.
Nuhanoviç bir kentten diğerine kaçışa; dağları, nehirleri ve ormanları aşarak devam eden silahların gölgesindeki yürüyüşe dikkat çekiyor: Kurşun yağmuru, top atışları ve bombardıman altında bir hayat patikası bulma çabası bu; “Srebrenitsa’da tarihöncesi zamanlarda varlıklarını sürdüren insanlar gibi yaşıyorduk” cümlesiyle özetliyor olup biteni.
Nuhanoviç, savaş-soykırım-adalet arayışı silsilesini, bireysel ve kolektif anılarla aktardığı ‘Son Sığınak’ta, Adorno’nun ‘geçmişi işlemek’ dediği eylemin bir ucundan tutarken küllenen savaşın aslında bitmediğini gösteriyor bize.