Güncelleme Tarihi:
En eski yazılı kaynaklar bir şekilde ölümden bahseder. İnsanoğlunun ezeli ve ebedi meselelerinden biridir ölüm ve sanat onu her seferinde başka cepheden yoklar. Èmile Zola gibi doğacı bir yazarın ise ona nasıl yaklaşacağı merak konusudur. Zola, bu eski ve çetin meseleyi bir konu olarak mı işleyecektir yoksa beklenmedik yollara mı sapacaktır? İlginç bir karaktere büründürüp renkten renge daldırdıktan sonra uzun ve ahlaki bir edebi vaaz mı verecektir?
Bunların hiçbirine yönelmez natüralizm akımının başat aktörü Zola. Hatta kitap boyunca ölümü öylesine doğal ve sıradan bir hale sokar ki şaşırırsınız. Ölüm niçin var? İnsan neden ölümlüdür? Bu soruların peşine düşmez. Birbiri arkasına anlattığı kahramanlar adeta ölümü isterler. ‘Kimseyi rahatsız etmeden, tiksindirmeden, uygun bir şekilde ölmek’ arzusu taşırlar. Ve din bir dekor olarak vardır. Din adamları ölü gömme memuru diye belirirler. Metafizik endişe, ölüm korkusu barınmaz içlerinde. Tıpkı Verteuil Kontu’nun yaptığı gibi ‘dine son bir destek sunmak için herkesin önünde bir lokma şaraplı ekmek’ yerler. Ruhu bedenden ayrılan ‘ölü o andan itibaren cenaze alayına ait’tir. Yani toplumsallaşır.
Dikkatle okunduğunda ve biraz yorum kapısı aralandığında Zola’nın ölüm ile değil, ölüm sonrası insanın endişesizliği hatta ikiyüzlülüğü ile ilgilendiği görülecektir. Kont Verteuil’in cenazesi ‘adeta Paris ilkbaharında ağır ağır ormana gidiliyor’ gibi ilerlerken, çekici kadın şarkıcının sesi ve gece izlenecek opera dert edilir. ‘Paranın zehirlediği dehşet verici can çekişme’ içindeki Bayan Guerard’ın derdi ise üç oğlunun parasını nasıl paylaşacaklarıdır. Ölüm gelince de ‘evin araba kapısına gümüş püsküllü siyah kumaşlar asılır’. ‘Hâkimler, tanınmış sanayiciler, ağırbaşlı ve itibarlı burjuvalar’ ölenden daha çok dikkat çekerler. Ölümün hayatla nasıl çembere alındığını göstermek için ‘ticarette işler böyledir: insan tedavi olmaya zaman bulamadan ölür’ cümlesini kullanır Zola, Adele Lemercier’in ölümünü anlatırken.
Zenginlerle yoksulların, gençlerle yaşlıların ölümünü aynı akış içinde, birbirini takip eden bağımsız hikâyelerle aktarır Zola. İnsanın ölümünün birbirinden farklı olmadığını, ölüm düşüncesinin ardıl bir fikir olduğunu söylemek ister gibidir. Bu, rahiplerin her şekilde ortaya çıkan geçiştirmelerinden anlaşılabilir. Belki de Zola’nın bakışını en çarpıcı biçimde veren ‘kurtlar diyarının ortasında, yüz elli sakiniyle küçük bir köyde’ yaşayan yetmişlik Jean-Louis Lacour’un ölümüdür. ‘Bir kadeh şarap içmek için kan ter içinde kalacak kadar çalışan’ çocuklarıyla beraber didinen meşe gibi sağlam Lacour’un çocuklarına toprak, ölüm karşısında keder yaşatmamayı öğretmiştir. ‘İneklerin kendi kendilerine bakarak iyileştikleri’ bir yerde insan da ancak ölüme direnerek hayatta kalabilirdi. ‘Tahta ayakkabılarının sert toprakta ses çıkararak’ tabutu taşınan Lacour sonunda ‘üzerinde güneşin parladığı bir ölümle, kırların dinginliğinde sonsuz bir uykuya’ dalacaktı.
Ölümü bir sosyal çevre meselesi olarak işlemesi ve ölüm üzerine düşünmeyi okura bırakması yönünden ilginç bir kitap ‘Nasıl Ölünür’. Volkan Yalçıntoklu’nun berrak Türkçesiyle...