Güncelleme Tarihi:
Şair Haydar Ergülen, iki farklı kitapla karşımızda. Biri Kırmızı Kedi’den çıkan ‘Sait ile Sabahattin’, diğeri Karakarga’dan çıkan deneme kitabı ‘Tuhafiye: Hayalhane Denemeleri...’
Önce ilkine bakalım, yani Sait Faik Abasıyanık ile Sabahattin Ali üzerine yazılara...
Şairin, 60 yaşın tüm kaçınılmazlığı, telaşı, iyiliği, kederi, sevinci, hatalarıyla gelip çattığı bir zamanda karşısına geçen ve ‘Ne yapacaksın?’ diyen soruya bir cevabı bu kitap...
“En sevdiğim işlerden biri, belki de en başta geleni, yazmaktan da önce, okumak” diyen şair, 2017’de Sait Faik Abasıyanık’ın tüm yapıtlarını yeniden okudu. Her ay, yapıtları üzerine bir yazı yazdı. ‘İnsan niye Sait Faik okur?’ sorusunu sordu, cevabının peşine düştü.
Öykülerinin üreticiliği, şaşırtıcılığı üzerinde durdu. Bir Adalı olarak benim de hislerime tercüman olan tespitlerinden biri de şu: “İnsan bazen bir anı defteri karıştırıyormuş gibi hisseder kendini Sait Faik okurken. Neredeyse ortaokul, lise yıllarından kalma, Adalar’a gitmenin, Beyoğlu’na çıkmanın, Pasaj’da bir bira -muhtemelen Arjantin- çekmenin anlatıldığı anıları okurken, sık sık kendimizi de o anda, orada, onun yanında hissettirir Sait Faik bize. Çünkü o da oralarda bir yerdedir...” Sait Faik okumak biraz da adınıza gelmiş bir mektup okumak gibidir... “Bir insanı sevmekle başlar her şey” deyişinden sulandırılmış bir insan sevgisi değil, tam tersine bir ‘sevgi ahlakı’ çıkar...
Ergülen’in peşine takıldığı sorulardan biri de “Sait Faik ile Sabahattin Ali neden karşılaştırılır?” oldu... İki şairin şair tutumlarını, Tanpınar’ın ‘Sahnenin Dışındakiler’ romanını da anımsatarak irdeliyor: “Antolojinin dışındakiler... İkisinin de birer şiir kitabı var ve ikisi de Türk hikâyesinin kurucu ustaları, aynı zamanda toplumcu gerçekçilik ve eleştirel gerçekçilik olarak da adlandırılan gerçekçilik anlayışlarına örnek gösterilen iki büyük hikâyeci. Toplumcu olan Sabahattin Ali, eleştirel olansa Sait Faik olarak biliniyor. İki tanımın da bu büyük hikâyecilerimizi kavradığı görüşünde değilim.” Bu tespitin altını dolduruyor elbette Ergülen. Aynı zamanda her iki edebiyatçının alfabesine de detaylı yer veriyor.
‘Tuhafiye: Hayalhane Denemeleri’ni eski Türkiye’nin hayalhanesi, eski taşralarda doğmuş çocukların küçük lunaparkı olarak tanımlayan Ergülen, bu kitabında bizi kâh ahşap anıların küf kokusuna götürüyor -ki bizi burada naif, güzel günler bekliyor- kâh Türkçenin kalbini kıranlara sitemini paylaşıyor.
‘Çakma’ dünyaların içine sokuyor, orada içi boşaltılmış ‘aydın’ kavramını inceliyor, iki mahallenin birden aydınlarına söylenecekleri söylüyor. Hep şiiri koruyor, “Şiir sizin ucuz propaganda aracınız olmayacak kadar değerlidir!” diyor, sonuna koyduğu ünlem, verdiği ayarın büyüklüğünü hissettiriyor, ayağınızı denk alın diye okunuyor.
Gezi’den çıkıyor, mezunu olduğu ODTÜ’nün bahçesinde dolaşıyor. Her sayfayı adeta okurla muhabbet açtığı bir mekâna çeviriyor, memleket hallerini konuşuyor. “Bizde huydur” dediği laiklikten de bahsediyor, ‘kardeşlik sanatı’ndan da...
Her denemeye bir şair olarak imzasını atan Ergülen, biyografisine artık sadece ‘Nar’ın babası’ yazıyor. Bu da onun miladı belki... Detayını kitapta okursunuz.
Bu yazıyı kendisinden alıntıladığım bir dilekle bitirmek isterim: Sonumuz şiir olsun. Bu demektir ki, şu dünyadan iyi gidelim, merhametle ayrılalım, cömert bilinelim, kalender olduğumuz söylensin ve dahi, ‘Sayıları pek azdı ama insan tarafları çoktu’ denilsin...