Güncelleme Tarihi:
“Yedinci Kıta” başlığıyla Nicolas Bourriaud küratörlüğünde düzenlenen ve 10 Kasım’a kadar Mimar Sinan GSÜ İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni yapısı, Pera Müzesi ve Büyükada’da devam edecek 16. İstanbul Bienali, oldukça çarpıcı bir konuyu gündemine taşıyor. Okyanusun ortasında biriken çöplerden oluşan devasa adaya verilen ‘yedinci kıta’ isminden yola çıkan bienal, çevresel bir etmen olarak Antroposen Çağı’nın distopik, karanlık ve korkutucu boyutlarına iklim ve çevre sorunları üzerinden dikkat çekiyor. Bienal sanatçılarından ‘birbuçuk’ ve Ozan Atalan ise oldukça geniş bir yelpaze sunan bienal konusuna farklı açılardan yaklaşarak konunun Dünya ve Türkiye özelindeki durumlarına değiniyorlar. Birbuçuk, sosyo-ekoloji ve sosyo-ekonomi radarından çeşitli performanslar, sunumlar ve tartışma platformları gibi açık bir kamusal etkinlik düzenleyerek konuyu sınırsız bir biçimde alternatif başlıklar altında ele alıyor. Ozan Atalan ise ekosistemin insan eliyle değiştirilmesi, oynanması, yaşam alanlarının kalıcı göçleri tetiklemesi ve doğanın, doğal hayatın üzerinde olan zorunlu değişiklikler sonucu iklim değişiklikleri çerçevesinde eserleriyle konuyu gündeme getiriyor. ‘Yedinci Kıta’, yerel ve uluslararası sanat ortamından birçok sanatçı ve sanatçı grubuyla birlikte farklı alanlardan uzmanları da konuyu tartışmaya açarken, bienalin insan ve doğa arasında kurduğu ilişkinin boyutlarını da küratör Nicolas Bourriaud’ın gözünden ortaya koyuyor.
Bienal sanatçılarından ‘birbuçuk’ ve Ozan Atalan ile dünyanın ekolojik felakete sürüklendiği Antroposen Çağı’nı ve işlerini konuştuk.
16. İstanbul Bienali, oldukça dikkat çekici bir konu çerçevesinde sanatçılar, bilim insanları ve sosyologlar gibi çeşitli alanlardan uzmanlar ile görsel ve araştırma tabanlı bir yaklaşımla başladı. Nicolas Bourriaud’ın küratörlüğünde hazırlanan bienal, okyanusun ortasında biriken çöplerden oluşan devasa adaya verilen ‘Yedinci Kıta’ isminden feyz alıyor. Bourriaud’nın bienalde altını çizdiği en önemli kavram ‘antroposen’. Bienal açısından da düşünecek olursak, bu kavram size neyi çağrıştırıyor, bunu nasıl yorumlarsınız?
Birbuçuk: Son üç senedir birbuçuk olarak ekoloji ve sanat alanında birlikte araştırmalar yapıyor, toplumsal hareketler, akademi ve sanat alanındaki çalışmaların, sözlerin ve gayelerin olası kesişim noktaları bulmaya çalışıyoruz. Sosyo-ekolojik metabolizma kavramını merkeze alarak su, biyoçeşitlilik, kültür, metabolizma, sınırlar, gıda, iklim, maden, toplumsal cinsiyet, enerji, toprak, atık, kent, müşterekler ve gelecek gibi odaklarımız var. Bu odaklar bağlamında temel meselemiz ekoloji mücadelesinin politik ilişkilenme biçimleri. Bu ilişkilenme biçimlerini çok önemsiyoruz çünkü bugün aciliyeti en yüksek konu iklim krizi. Gezegenin içinde bulunduğu kritik çağ Antroposen’de var olan sosyo-ekonomik yapı ve yarattığı süreçler, kendini yenilemek ve işlevlerini yerine getirmek için gezegenin kapasitesinin çok üzerinde madde ve enerji ihtiyacı duyuyor. Ve bu ihtiyaçların karşılanması için insan ve insan olmayan tüm varlıklar, ekosistemler, topluluklar, kültürler ve ilişkiler hızla artarak tahrip ediliyor. Bugün dünyanın ekosisteminin çökmesine sebep olacak karbon salınımı, yok edilen ormanlar, okyanuslardaki plastik yığını, tahmin edilenden çok daha hızlı eriyen buzullar gibi birçok sebep var. Tüm bu konuların yerelden küresele farklı alanlarda tartışılması gerektiğine inanıyoruz.
Yedinci Kıta, İstanbul Bienali gibi önemli bir uluslararası sanat etkinliği için çok iyi bir metafor. Bu başlık altında organize edeceğimiz kamusal etkinliklerde kontrolsüz büyüyen üretim ve tüketim sisteminin insan ve insan olmayan varlıklara ne kadar adaletsiz bir gelecek sunduğunu tartışmaya açmak istiyoruz.
Ozan Atalan: Antroposen ilk kez ortaya atıldığı 2000 yılından bu yana tartışılmakta olan bir kavram. İnsan etkisinin yeryüzü sistemlerine yoğun müdahalesi ile bu sistemleri düzensizleştirmesinin sonuçlarını yaşadığımız bu çağı adlandırma çabası. Bu konuya bir bilim insanı olarak yaklaşamam; ancak yaşam sürecimize denk gelmesi bakımından üzerimdeki kişisel ve içinde yaşadığım toplumdaki etkileri üzerinden bu kavramı yoğun olarak hissediyorum. Antroposen`e bütünsel yaklaşıyorum; yani sadece insan kaynaklı jeolojik ve ekolojik değişimleri değil de aynı zamanda dijital devrimin getirdiklerini de göz önünde bulunduruyorum. Küresel ısınma, ekolojik felaketler, yapay zekanın hızlı gelişimine karşı duyulan kaygılar gibi çağdaş varoluşsal problemlerimiz aslında aynı sorundan kaynaklanıyor: insanın kendini insan olmayan varlıklardan üstün görmesi. İşte bana göre Antroposen; tarım, endüstri devrimlerinin ve dijital devrimin olumsuz sonuçlarını yaşamsal boyutta fark ettiğimiz ve bu yüzden alarma geçtiğimiz bir dönem. Bu temada bir bienalin yapılıyor olması da bunun bir göstergesi. İnsan-doğa ilişkisine ise doğayı romantize ederek yaklaşmıyorum. Doğa insana karşı kayıtsızdır; insan algısından bağımsız bir varoluşa sahiptir. Eksi yirmi derecede karla kaplı bir ormanda savunmasız olduğunuzu düşünün, doğa sizin için varlığınızı tehdit eden bir unsura dönüşecektir. İnsan ve doğa ilişkisini denge ve uyum üzerine kurmamız gerektiğini hatırladığımız bir çağ Antroposen. Kendimizi insan dışındaki canlı ve cansız varlıklara karşı hiyerarşik bir ilişkide üst sıralarda konumlandırmanın aslında insan türü olarak kendi varoluşumuzu tehdit ettiğini fark ediyoruz. Bunun yerine doğaya saygılı ve ona entegre olmuş; bitki, insan olmayan hayvanlar ve cansız varlıklarla aramızdaki farklılıkların bir üstünlük ilişkisi olmadan kutlandığı bir kültür inşa etmek için yeni bir doğa felsefesine ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum.
Bienalde yer alan alternatif program içinde farklı disiplinlerde eserlerinizi ve sunumlarınızı görüyoruz. İçerik açısından minimal bir biçimde insan ve doğanın ayrışmaz ancak katı ilişkisi çerçevesinde siz merkez/ periferi, kent/ kırsal, insan/ doğa gibi kavramlar çerçevesinde yapıtlarınız üzerinden nasıl bir değerlendirme yapabilirsiniz?
Birbuçuk: Bienal için hazırladığımız kamusal programda, toplumsal hareketlerde aktif rol üstlenen uzman, akademisyen, sanatçı ve kolektifler, güncel çalışmalarını sunum formatında izleyici ile paylaşacaklar. Biraz önce de bahsettiğimiz sosyo-ekonomik yapı ve süreçlerin yarattığı adaletsizlikler elbette hızla büyüyen kentlerle oldukça ilişkili. Bugün kentler enerji ve ham madde konusunda kırsala bağımlı yapılar. İnşaatların hammaddelerinden, musluğumuzdan akan suya ya da soframızdaki gıdaya kadar kentin sınırları dışındaki neredeyse her şeyi tüketiyoruz. Hem de kontrolsüz ve adaletsiz bir şekilde. Bu sebeple özellikle kentte yaşayan insanlar olarak iklim krizi konusunda hepimizin sorumluluğu var.
Ozan Atalan: Çalışmalarımda da tezimde de üzerinde durduğum konu yabancılaşma ekseninde insan-doğa ilişkisi. Sorunun temeline inmeden bunun anlaşılması olanaksız. Kültür, insanın hayal dünyasının ve öznel deneyiminin devreye girdiği anda başlar ve her şeyi rasyonalize etme ve meşrulaştırma kapasitesine sahiptir. İnsan ve doğa dualitesinin de kültürel olarak insan edilmiş ve dengesi bozulmuş bir dualite olduğunu düşünüyorum. Benim konuya yaklaşımım, tersine öğrenmek yoluyla öğretilmiş bilgiyi sorgulayıp yeniden öğrenmek ve bunu yaparken yıkımı, yozlaşmayı, saygısızlığı meşrulaştıran kibre karşı durmak. Bu yüzden nesneyi, varlığını insan algısına bağlı olarak görmeden nesnenin spekülatif doğasına eğiliyorum; nesnenin algımdan bağımsız kendi iç dinamiğini keşfetmek için. Bu, insanı ve öznelliği görmezden gelmek değil; aksine onu daha anlamlı kılma çabası benim için. Bienal`deki işim de insan ve insan olmayan varlıkları ortak bir yaşam formu olarak sunuyor; ancak idealize edilmiş bir şekilde değil. İnsanı ve doğa ilişkisini, doğaya yabancılaşmış dekadans bir kültürün ve bunun sonucunda yıkıma uğramış bir doğa birlikteliği üzerinden anlatıyor.
Nicolas Bourriaud’ın kürate ettiği 16. İstanbul Bienali’nde dünyanın ekolojik açıdan hızlı bir çöküş içine geçtiğinin tiz sinyalleri görünür durumda. Siz de bienaldeki alternatif tartışma programları ve eserleriniz ile kişisel sözünüzü toplumsal bir hareketin parçası olarak söylüyorsunuz. Bu açıdan dünya, ekoloji ve iklim değişikliği konuları üzerine neler söyleyebilirsiniz?
Birbuçuk: Birbuçuk olarak amacımız politik ekoloji bakış açısını temel alarak, dünya, ekoloji, iklim değişikliği gibi konular etrafında Türkiye’deki toplumsal hareketler, araştırmacılar ve sanatçılar arasındaki tanışıklık ve diyaloğun artması için alan tutmak. İklim adaleti, bilgi bütünlüğü ve disiplinsiz alanlardaki diyalog imkanları bizim için özellikle önemli. Amacımız var ettiğimiz toplumsal ve ekonomik sistemlerin gezegen üzerine olan etkisinin Türkiye bağlamında, özellikle yerel deneyim ve bilgiler ışığında ele alınmasına katkı sağlamak ve bu sırada yeni diyalog imkanlarını ve bilgi birlikteliği olasılıklarını araştırmak. Bienal kapsamında kolektif olarak kişisel sözümüzü söylemekten ziyade amacımız katılımcılarımızla üzerinde ortaklaştığımız politik ekoloji bakış açısı etrafından her bir kamusal etkinlikte ele alınacak nesne etrafında çalışan toplumsal hareketler, araştırmacılar ve sanatçıların sözlerini söylemesi, birbirleriyle ve izleyicilerle etkileşime girmesi. Bu bağlamda birbuçuk olarak rolümüzün genel bir çerçeve çizmek ve moderasyon, politikaları etkileyebilecek insanları bir araya getirmek ve gerekli dönüşümün sağlanması anlamında mücadele sürecine dolaylı da olsa katkı sağlamak olduğunu söyleyebiliriz.
Ozan Atalan: Organizmaların yaşam ortamlarıyla ve diğer organizmalarla olan ilişkilerini görmezden gelerek ve bu ilişkilerin doğal işleyişine saygı duymadan sağlıklı bir ekolojiden bahsedemeyiz. Her şey birbirine o kadar bağlı ve öyle bir uyum içinde ki, bu denge ve uyumu kırsal alanlarda oldukça net hissedebiliyorsunuz. Ama ne yazık ki bu uyumu bozan şehirlerde yaşıyoruz. Bilinci insanı diğer canlılardan ayırt eden bir özellik olarak düşünürsek insanın yıkıcı doğasına ve ekolojik yıkıma karşı, kendi yaşam haklarını talep edemeyen varlıklar için yeni nesil hakların tanınması gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece canlı varlıklar için değil; insan yapımı ya da doğal cansız varlıklar için de geçerli. Tasarladığımız şeyler de aslında bizi tasarlıyor. Ya da doğayı kozmosu da içine alacak şekilde yorumlarsak uzaydaki fonksiyon dışı teknolojik artıkların yarattığı kirliliği de görmezden gelemeyiz. Tüm bu konularda savunduğum şey, insan merkezci olmayan yaklaşımı benimseyip biyolojik, teknolojik, ekonomik, politik evrimimizi buna göre şekillendirmemizin artık ciddi bir ihtiyaç olduğu. Algı ve bilinç değişikliği ile ekosistemde mütevazi bir tür olarak yer aldığımızı hayal ediyorum, her ne kadar ütopik gözükse de.
Birbuçuk olarak son iki yıldır devam eden “Solunum” buluşmaları sonrasında devam eden bir program olarak bienalde “Sindirim Programı” adlı kamusal projenizi görüyoruz. Proje içinde oldukça deneysel ve çoğulcu bir yaklaşım ile kurguladığınız performanslar ve tartışma platformları halka açık bir biçimde izlenmekte. Program içinde yer alan “su, benzin, patates, beton, işlemci” başlıkları üzerinden sosyo-ekolojik ve sosyo-ekonomik açıdan “Sindirim Programı”ndan söz eder misiniz?
Birbuçuk: Sindirim programını, gündelik, sıradan ve rutin bir şekilde hayatımıza yerleşmiş ancak tartışmaya ve araştırmaya değer bir takım nesneler üzerinden kurguladık. Bunlar su, benzin, patates, beton ve işlemci. Bunları, bir metafor olarak tartışmanın merkezinde konumlandırmayı planlıyoruz. Programa davet ettiğimiz katılımcılarla suyun akma hakkına güncel politikalar, mücadele, plastik ve kültür üzerinden bakarken, benzin etkinliğinde fosil yakıtların gezegenimizi nasıl etkilediğine ve alternatif gelecek tahayyüllerine odaklanacağız. Patates etkinliği tarım, hayvancılık, gıda, toprak, tohum politikaları gibi birçok konuyu açmak için bir çıkış noktası olacak. Beton ise tahmin edileceği gibi kentsel dönüşüm, kent mücadeleleri ve kentin ekolojisine bakan oldukça güncel meseleleri ele alacak. İşlemci ise iklim krizi ve ekolojik yıkım karşısında gelecek senaryolarına bakan bir etkinlik olacak.
Son soru olarak dünya üzerinde bulunduğumuz bölgede coğrafi ve jeolojik açıdan aynı anda farklı iklimlerin ve iklim örtülerinin yaşanabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ancak son dönemde artan “kasıtlı” doğa felaketleri üzerine düşünecek olursak yaşadığımız alanları tam da Antroposen Çağı’na uygun bir biçimde ekolojik bir yıkıma, felakete sürüklüyoruz. Türkiye üzerinden konuyu ele aldığımızda öncelikle bu coğrafyaya, ardından da Dünya’ya karşı olan ekolojik, iklim müdahaleleri konusunda fikirleriniz nelerdir ve coğrafi ve ekolojik yok oluşun önüne geçebilmek adına bienal eksenindeki söyleminiz üzerinden neler önerirsiniz?
Birbuçuk: Türkiye meta sınırların özellikle genişlediği ve çevre ihtilaflarının yoğun olarak yaşandığı ülkelerden biri. Hem kentte, hem de kırda ciddi mücadeleler verildiğine tanık oluyoruz. Bu sırada çevreciliğin tanımı da değişiyor, üretim ve tüketim süreçleri arasındaki bağlantı kuruluyor, kır-kent arasındaki, gelişmiş- gelişmekte olan ülkeler arasında çizilmiş sınırlar, GSMH gibi ekonomik göstergeler muğlaklaşıyor.
Bu bağlamda coğrafi ve ekolojik yok oluşun önüne geçebilmek için kurduğumuz ve gezegende var olan yapı, sistem ve süreçleri bütüncül bir bakış açısıyla incelememize olanak veren yaklaşımlarla, bu yapı, sistem ve süreçlere içkin politik süreçleri, tarihselliği, güç ve adalet ilişkilerini merkeze alan bir bakış açısıyla, sorunların yalnızca son adımına odaklanmayan ancak bu sorunların ortaya çıkmasını sağlayan süreçleri anlamamıza ve değiştirmemize izin veren, bu sırada çözümü tek bir değişkene indirgemekten kaçınan yöntemlerle, acilen ve işbirliği içerisinde harekete geçmemiz gerekiyor. Başka türlü hareket etmenin çok kısa bir süre içerisinde tüm gezegeni geri dönüşü olmayan bir noktaya götüreceği geçtiğimiz sene Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli tarafından açıklandı.
Ozan Atalan: Evet Kazdağları, Uzungöl, Kuzey Ormanları, Akkuyu`daki potansiyel tehlike, Salda Golü bugünlerde en popüler olanları. Ekosisteme yapılan her müdahale aslında onun bir parçası olduğumuz için kendi varlığımızı da tehdit ediyor. Çözüm aslında basit: sınırları bilmek. Örneğin köpek balıklarının olduğunu bildiğiniz sularda yaşam alanlarına girerseniz saldırıya uğrama ihtimaliniz yüksektir. Ancak bir köpek balığı yaşam alanının dışına çıkıp sizi rahatsız etmez. Bugünlerde insanların çoğunu kaybettiği anlamları hırsta, kibirde, aşırı bireysellikte, diğer insanların ve insan olmayan varlıkların yaşam hakkına müdahale etmekte arayan; ancak bulamadıkça daha da vahşileşen varlıklar olarak görüyorum. Bunda tabii ki çevresel ve kültürel faktörlerin rolü çok fazla. Bitki, hayvan ve hammaddenin sadece insanın faydalanması için yaratıldığı inancı, evcilleştirme, ekonomik ve politik menfaatler, dünyadaki en büyük ekonomik gücü bulunduran Batı`nın felsefesinin tikeli ve tümeli, bedeni ve ruhu, kadını ve erkeği ayrıştırdığı gibi insanı ve doğayı da ayrıştıran bir dualite üzerine inşa edilmiş olması ve bunları meşru kılan kültürel öğretilerle yetiştirilmiş olmamız gibi. Çözüme felsefe ve kavramlar; daha sonra eyleme geçerek ulaşacağımızı düşünüyorum. Öğretilen bilgiyi sorgulayıp, kendimizle ve doğayla yabancılaşmamızı kırıp, sağduyuyla, mantığımızı ve duygularımızı dinleyerek, kendimizi insanın var oluşu dışındaki gerçekliklere daha fazla açarak, doğaya saygılı bir yaşam felsefesi oluşturarak bunu yapmak mümkün olmalı.
16. İstanbul Bienali, 10 Kasım’a kadar Mimar Sinan GSÜ İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni yapısı, Pera Müzesi ve Büyükada’da görülebilir.