Güncelleme Tarihi:
‘Best seller’ kategorisinde anılan, tabiri caizse ‘tribünlere (ya da şezlonglara) oynayan’ romanlarla pek temas etmemiş okurlardanım. ‘İngiltere’nin romantik edebiyat kraliçesi’ Jojo Moyes’i de bugüne dek uzaktan bilirdim. Sinemaya da uyarlanan ‘Senden Önce Ben’i (Me Before You) elbette duymuştum. Bu yeni nesil ‘Love Story’ öyküsü, bir İngiliz işçi sınıfı ailesi kızı olan Louisa ile malikânede yaşayan genç ve yakışıklı Will’in yollarının beklenmedik şekilde kesişmesini anlatıyordu. Eğlence ve başarı dolu bir hayat sürerken, geçirdiği kazanın ardından büyük ölçüde felçli ve hayattan beklentilerini yitirmiş bir adama dönüşen Will ile ona bakıcı/arkadaş olarak işe alınan; komik, hayat dolu ama kendi hayatında ne yapacağını bilemeyen 20’lerindeki Lou’nun öyküsüydü bu.
Jojo Moyes ile asıl tanışmam, çok satan ‘Senden Önce Ben’ serisinin üçüncü kitabı ‘Sonsuza Dek Sen’in (Still Me) DEX etiketiyle yayımlanması vesilesiyle oldu. Vazife icabı elime aldığım, parlak kapaklarla bezenmiş serinin ilki ‘Senden Önce Ben’, tahmin ettiğim duygu bombardımanıyla karşıladı beni. Her ne kadar eski gazeteci Jojo Moyes’in karakter yaratma becerisi, aralara ustalıkla serpiştirdiği sınıfsal tespitleri ilgimi çekse ve bu ‘imkânsız aşk’ öyküsünün merkezine çetrefilli ‘ötanazi’ meselesini koysa da neticede gözyaşlarımıza talip bir ‘çok satan’dı elimdeki. Moyes ikinci kitapta (Senden Sonra Ben/After You); Lou’nun, Will’in ona miras bıraktığı “Kasabandan çık ve kendini bul” diye özetleyebileceğimiz mottosu eşliğinde Londra’daki yeni hayatını anlatmıştı.
Türkçesi henüz elimizde olan ‘Sonsuza Dek Sen’in (Still Me) kapağının ardından ise şaşırtıcı bir şekilde, sıradan bir best seller’dan hayli fazlası çıkıyor. Kendimi sahici bir heyecanla kaptırdığım sayfalarda Lou, New York’taki ‘yeni macerası’nda anbean değişirken; onun yaratıcısı, yazar Jojo Moyes’in de bir dönüşüm geçirdiğini hissettim sık sık. Bu kez elimdeki; son sayfasını çevirdikten sonra karakterlerinin hâlâ etrafımda dolaştığını hissettiğim (itiraf ediyorum, onları özlediğim), klişelerden, duygu sömürüsünden, basit romantik oyunlardan olabildiğince uzaklaşmış bir roman.
HER TONUYLA NEW YORK
Lou bu kez süper zengin bir ABD’li ailenin yanına yerleşiyor. İşadamı Mr. Gopnik’in genç, güzel, Polonyalı ikinci eşi Agnes’in kişisel asistanı olarak işe giriyor. Metropolün en havalı caddelerinden birindeki görkemli bir apartmanda, küçücük bir arka odaya yeni bir yaşam sığdırmaya koyuluyor. Agnes’in Central Park koşuları, güzellik salonu randevuları, özel davetleri, lüks butik ziyaretleri ve bir dizi sırrının arasında; varsıllık kokan bir dünyada koşturuyor.
New York’un öteki yüzüyle tanışması ve akabinde Will’in vasiyet ettiği gibi gerçekten ne istediğini bulması da uzun sürmüyor. Şehrin öteki yakasındaki pasaklı bir vintage mağazası ve apartman komşusu, bir dönemin efsane moda editörü yaşlı Bayan Margot de Witt açıyor ona ‘yeni Lou’ya giden yolları... Tabii ki Londra’da bıraktığı aşkı Sam ile yürütmeye çalıştığı kıtalar arası ilişkinin sancıları ve uzaklardaki tatlı ailesi de bu son maceraya eşlik ediyor.
Jojo Moyes; Lou’yla birlikte, göze sokmadan yaptığı sınıfsal ve kentsel tespitler eşliğinde bizi New York’ta birkaç aylık bir gezintiye alıyor adeta. Daha da güzeliyse; kadınların (ister Agnes gibi Polonyalı eski masöz yeni cemiyet kadını, ister -bugün 96 yaşında olan stil ikonu Iris Apfel’i anımsatan- bir zamanların moda editörü Bayan Margot, ister Lou gibi NY’ta genç bir yalnız İngiliz olsun) benzer ağır fedakârlıklara mecbur kalışını ikna edici bir şekilde anlatıyor...
İlknur Özdemir’in her zamanki akıcı çevirisi, Lou’yu gölge gibi takip etmemizi kolaylaştırıyor. Ama kitabın adının sıradan bir romans beklentisi yaratacak şekilde ‘Sonsuza Dek Sen’ olarak Türkçeleştirilmesi bu çok yönlü öyküye haksızlık. Orijinal adı ‘Still Me’ye yakın bir ismin çok daha yakışacağı bir roman bu.
Sadece Louisa’nın değil, Jojo Moyes’in de -yazarlık serüveninde- daha olgun ve yaratıcı bir yola girişinin ispatı bu kitap. Klişelerden olabildiğine uzak, gerçek hayatta da pekâlâ yaşanabilecek/karşılaşılabilecek bir dizi olay, duygu ve karakterle dolu ve New York’a pembe gözlüklerle değil şehrin farklı tonlarını da görerek bakan bir roman. İlk iki kitaptan bağımsız okunabileceğini de not edelim...