Güncelleme Tarihi:
Bir gün Leonard Cohen ile Bob Dylan, Paris’te bir kafede buluşurlar. Laf lafı açar, Cohen Dylan’a ‘I and I’ şarkısını ne kadar sürede yazdığını sorar. Dylan ‘15 dakikada’ cevabını verir. Şimdi meraklanma sırası Dylan’dadır: ‘Senin Hallelujah’ı yazman ne kadar sürdü?’ Cohen yüzünü kızartarak ‘Herhalde bir-iki sene’ diye geçiştirir. Gerçekte ‘Hallelujah’ tam beş senesini almıştır!
Birinin güle oynaya, diğerinin ıkına sıkına şarkı yazması, ikisi arasındaki kutsal eşitliği ve kardeşliği bozamaz kuşkusuz. Geçen sene Dylan Nobel’i alınca ‘Esas Cohen’in hakkıydı’ diyen çoktu. Cohen alsaydı bu sefer tersi söylenirdi. Ya ‘Şarkı sözü şiir değildir’ diye atıp tutanlara ne buyrulur? Elimizdeki kitap bu iddianın tam karşısında saf tutarak, ‘Şarkı edebiyattır’ dercesine, Cohen’in şahsında edebi bir cevherin doğumunu, evrimini, gelgitlerini, sırlarını ve sınırlarını gösteriyor.
Sylvie Simmons’ın kaleme aldığı ‘I’m Your Man - Leonard Cohen’in Hayatı’, renkli, tempolu, tane tane anlatımıyla, hem ‘yeni başlayanlar için Cohen’ hafifliğinde, hem de doktorasını Cohen konusunda yapan varsa, bir define sandığı ağırlığında dört dörtlük bir biyografi.
Kitap, Cohen’in hayatına, şarkılarının ilham perileri Marianne (Ihlen), Suzanne (Verdal) ve bizzat Cohen’in kendisi dahil, 50’yi aşkın kilit karakterin tanıklığıyla bakıyor, analitik perspektiften ayrılmaksızın, yakası açılmadık nice hatıra aktarıyor. Cohen’in hayatı dediğimiz, üç perdelik bir dram ve komedi: Birinci perdede çocukluğunun Kanada’sından Olivetti daktilosuyla uçup bir Ege adasına konan, mavi yağmurluklu, eli tespihli avare bir şair ve romancı var. İkincisinde, 1967’den itibaren özellikle Avrupa şehirlerinde el üstünde tutulan, yaşı geçkin, tuhaf, esrarengiz bir rock-star, üçüncüsündeyse 1980’lerin ortalarında küllerinden doğarak ‘cool’ ve ‘kült’ nirvanasına yükselen ak saçlı bir bilge.
Philip Roth’un geçen sene sinemaya da uyarlanan ‘Öfke’ adlı romanıyla Cohen’in ilkgençlik öyküsü şaşırtıcı paralellik içeriyor. Her ikisinde de benzer olay örgüsü, benzer arayışlar, benzer karakterler var: İkinci Dünya Savaşı’ndan 50’lere doğru yol alan boğucu, kaskatı bir toplumda, iyice içine kapanmış orta sınıf Yahudi çevresinden bir an evvel kopup dünya nimetlerini tatmaya can atarken, ürkek kalplerinin bir köşesiyle aile geleneklerine de tutunmaktan vazgeçmeyen birer uysal delikanlı. Yırtan, Montrealli genç Leonard olacak. Roth’un kahramanı New Jersey’li Marcus ise gönderildiği Kore Savaşı’nda pisi pisine vurulup ölecek.
Cohen, 50’lerde ve 60’larda dünyayı değiştiren kuşaktandı. Allen Ginsberg’den genç, Dylan’dan yaşlı. Belki Elvis Presley’le akran, ama rock’n’roll’dan tınmayacak kadar mürekkep yalamış. Beat kuşağı yazarlarıyla, Andy Warhol çevresiyle, hippilerle dost, ama mesafeli. Hep iki arada bir derede, zamansız, uyumsuz, birdenbire. Kitapta da kısaca bahsi geçen bir anti-western film, Cohen’in milyonlarca insanın hayatına beklenmedik biçimde nasıl sızdığına dair iyi bir örnek olabilir: 20. yüzyıl başlarında, ürkütücü, lanetli bir madenci kasabasındaki genelevin öyküsünü anlatan Robert Altman filmi ‘McCabe & Mrs. Miller’da, lüzumlu lüzumsuz, damdan düşer gibi Cohen şarkıları çalınır. Şarkılar filme o kadar yabancıdır ki, kasabanın tekinsizliğini, yabanıllığını, dehşet uyandıran gülünçlüğünü iyice açığa çıkarır. Bir süre sonra siz de teslim olup artık o kasabayı, bu dünyayı, şu çağı o şarkılar olmadan kavrayamayacağınızı sezersiniz.
Sylvie Simmons, Cohen şarkılarını daha çocukluğundan besleyen kaynakları maharetle birbirine ekliyor: Annesinden öğrendiği Rusça ve Yidiş ezgiler, bir yaz kampında komünist eğitmenlerden miras aldığı folk repertuarı, radyodan ve jukebox’lardan dinlediği country ve pop melodileri, efsanevi bir şair ve flamenko derlemecisi olarak Lorca… Annesi bir keresinde ‘Neden bir zamanlar evde beraber söylediklerimiz gibi şarkılar yapmıyorsun?’ diye sorunca, Cohen’in kendi albümleri arasında en sevdiği, Akdenizli, Ortadoğulu ‘Recent Songs’ hayat buluyor.
50 yılda 14 albümlük eşsiz repertuarında yok yok: Din kitaplarından ve siyasal literatürden devşirilmiş kelime haznesiyle aşk, ıstırap, varoluş, inanç, erotizm, uyuşturucular, ölüm, depresyon, delilik, cesaret, mağlubiyet, kaçış, kayboluş ve mizah… Bütün bunların yatay bileşkesi ve korkunç dengesi.
Cohen hakkında merak ettiğiniz, etmediğiniz ve etmeyeceğiniz her şey bu kitapta: İsrail ordusunda yazdığı ve birbiriyle savaşan iki halka adadığı şarkı neydi? Devrim zamanı Küba’da ne arıyordu? Hangi akla hizmet, akıl hastanelerinde seri konserler veriyordu? Hydra adasındaki evinde hangi Beat ozanını ağırladı? Genç Lou Reed, bir gece kulübünde çekinerek yanına gidip ne söyledi? Dustin Hoffman’a benzerliği başına iş açtı mı? Gençliğinde bir akrabasının pirinç dökümhanesinde torna operatörü olarak çalıştığı doğru mu?
2013 tarihli biyografi, fazla gecikmeden layıkıyla çevrildi, Cohen’in sağlığına yetişmese de, ölümünden bir ay sonra Türkçede yayınlandı. Hiç değilse böylece, ‘simsiyah bir teselli’ niyetine, Cohen geri geldi.