Güncelleme Tarihi:
Bugün her şey bana içinde yaşıyormuşum, şu an cereyan ediyormuş gibi yakın görünüyor ama üstünden neredeyse 40 yıl geçmiş. 1984 yılının mayıs ayıydı. O yıllarda kültürel bohemin kalbi New York’ta Lower East bölgesinde atıyordu. Ama o gün yolumu Greenwhich Village’a düşürmüştüm. Nedenini de cam gibi berrak hatırlıyorum: Three Lives Bookstore’a gidecektim. Onun da bir nedeni vardı. Kitapçı, çok sevdiğim Edward Hopper’in ‘Silber’s Pharmacy’ isimli tablosunda görülen ‘drugstore’dı. Gittim. Elbette yapının resimdeki görüntüyle bir ilgisi kalmamıştı; gene de orada bulunmak ve yaptım demek duygusu... Nefis bir akşamüstüydü. Saat 6 civarıydı. Kitapçı oraya bir yıl önce taşınmıştı. Sonra yıllar yılı müşterisi olacaktım ve 2018 yılında kapandığını öğrendiğimde, ne diyeyim, içim cız edecekti.
O yıllar bu mahallenin de bohemle yüklü olduğu bir dönemdi. Akşamüstleri başka bir heyecanla gelirdi. O akşam da kitapçıda bir konuşma vardı: Louise Glück. Bilmediğim bir şairdi. Ama dinlemek için toplanan kalabalık ve aralarındaki tartışmalar o kadar çekiciydi ki, kaldım. Kitaplarını koymuşlardı: ‘Firstborn’ (İlk Doğan) tezgâhtaydı, alıp karıştırdım. İtiraf edeyim, o şiirler pek o kadar sarmadı beni ama derin bir sezişi olduğu şairin açıktı.
İncecik bir kadın geldi. Sert, asabi bakışları vardı. Çıktı, biraz sanatını anlattı, sonra ‘Boğulmuş Çocuklar’ (The Drowned Children) isimli bir şiirini okudu. Şiir, ‘Descending Figure’ kitabındandı. Ardından bir süre sonra yayımlanacak ‘The Triumph of Achilles’ isimli kitabından şiirler okudu. Çıktık, dağıldık. White Horse Tavern’e gittiğimi de unutmadım.
İnsan bir şairi tanıyınca izlemeye de başlıyor. Hele hayatının erken döneminde, o sırada yeterince aşina olmadığı bir ortamın önemsenen(!) şairiyle tanışınca onu akrabadan görüyor. Ben de Louise Glück’ü anlattığım olaydan bu yana geçen yaklaşık 40 yılda izledim. Onu çevirmek istedim. 1994 yılında Güven Turan Türkçeleştirdi. Nobel’i alacağı aklıma bile gelmezdi. Benim şimdilik Nobel adayım Milan Kundera’dır, hiç öyle Murakami falan değildir. Mukayese dahi edilemezler. Ama büyük isimlerin Nobel aldığı dönem sona erdi. Kıyının bazı isimlerine yönelmesi Nobel’in, sevindiricidir.
Glück bu cümleden sayılmaz. Yaşadığı ülkede çok ödüllendirilmiş bir şair. Bir sanatçının o ülkede elde edebileceği en büyük ödüllere, sıfatlara layık görüldü. Pulitzer’i aldı. Ödülü kazandığı kitabı okudum. Bir şey söyleyemezdim. Fazla yerel bir ödüldü. Yasemin Çongar’ın ödül açıklandıktan sonra yazdığı güzel yazıda en sevdiği yapıt diye belirttiği ‘Vahşi Süsen’ (The Wild Iris) de benim sevmediğim bir kitabı oldu. (Bu yıl Pulitzer’i kazanan Jericho Brown ise mükemmel bir seçim. Uzun, düzyazıya yakın, çok önemli sorunsalları dile getiren fakat lirizmini hep diri tutan bir şiir.)
KİŞİSEL MİTOLOJİLER KURMAK
Glück ilginç bir ozan mı? Emin değilim. Kuşkusuz güçlü bir ozan. Amerikalı yazarlar kişisel yaşamlarını bitmeyen bir öyküye dönüştürmeye, onu kişisel mitolojilerini kurmak için kullanmaya bayılır. Glück’te de var bu. Kendisi doğmadan ölen kız kardeşi, gençliğinde yaşadığı anoreksi hastalığı hayatı boyunca işlediği konular oldu. Fakat bunların üstüne çıkan bir yanı var. Muhtemelen Amerika’nın en iyi okullarından Wellsley’den mezun annesinin ve yazar olmak isteyen babasının itkisiyle Yunan mitolojisini çocukluğundan başlayarak okuması şiirine çok şey katmış. Son kertede benim ‘trajik kurmak’ dediğim olguyu biliyor. Öykülemeye dayanan şiiri dar bir kalıba düşmeden gerçekleştiriyor. 11 Eylül olayından sonra yazdığı ‘October’ hiç öyle görünmese de epope sezintileri uyandıran, altı bölümlük uzun ve büyük bir şiirdir. Güçlüdür. Beğenmemek imkansızdır.
Son kitaplarından ‘Sadık ve Erdemli Gece’ (Faithful and Virtuous Night) bana kalırsa en etkileyici ve başarılı, onu usta katına yerleştiren ya da ustalığının hakkını verdiği kitaptır. Düzyazı şiirlerinin de yer aldığı yapıtta, kitaba adını veren şiir uzundur, kitabın nesir şiirlerin dışında kalan bütün metinleri gibi. Sözünü ettiğim derin trajik duygusuna bir tarih bilinci eşlik eder. Buradaki tarih bildiğimiz anlamında değildir. İnsanın kozmik varlığının içinde sınandığı zamanların toplamı olan tarihtir.
VAROLUŞ TRAGEDYASI
Dolayısıyla Glück’ün şiirinde kendine has bir metafizik olduğu açık. Yokluğa kayıtlanmış insanın evrensel varoluş tragedyası kitabın son şiirinde olduğu gibi bazen de kaçınılmaz olanın, yani yazgının getirdiği hüzün ve yoksama (nostalji) ile örülür. Kökleri Walt Whitman’ın coşku dolu şiirlerinde olan, uzun tümcelere dönüşen dizelerle yazılan bu şiir her şeye rağmen hırçındır. Derin bir huzursuzluğun, mutsuzluğun eşliğinde söylenmiştir. Müphem bir arayış öne çıkar. İnsanın tragedyasına da bu yakışır. Amerikan folk şiirinden sinmiş katmanları da bu şiirin dokusunda ayrıca görmek gerekir.
Son nokta: Kozmolojiyi bir şekilde şiirine sokan şairin doğaya kayıtsız kalması olanaksızdır. Glück de basbayağı bir doğa ozanıdır. ‘Bir Köy Yaşamı’ (A Village Life) bu tür şiirin doruğudur. Amerikan şiirinde çok görülen pastoralite hem de çok özgün bir şekilde Glück’ün şiirini de kuşatır. Mekânı ayrıca irdeleyen bu şiirler nesne-insan ilişkisine de aşkınsal bir yaklaşım getirir ama bunu alabildiğine berrak, aydınlık bir dil ve anlatıyla gerçekleştirir. Gerek doğayı gerekse bu anlatım özelliğini Glück’ün öne çıkan nitelikleri saymak gerek.
Glück 40 yıldır yazıyor. Ben de onu 40 yıldır izliyorum. Kolay değildir bir ozanı 40 yıl izlemek. Çabası Nobel’le ödüllendirildi. O Nobel’i ben de kendi payıma kabul ediyorum. Bu Nobel payı bir o kadar da 25 yıl önce Glück’ü görüp Türkçeye çevirmiş Güven Turan’ındır.