Güncelleme Tarihi:
Tanrı var mı? Veya Hz. İsa? Dine inanılır mı? Bu üç soruya devletin verdiği cevap ve sorulduğunda halktan da almak istediği cevap büyük bir hayır. Ama tabii, işte, bir de geçmişin alışkanlıkları var, halkın içine yerleşmiş inançlar, içgüdüler. Bunları “Devrim yaptım ey ahali, artık yasak” demeyle bir hamlede silemiyorsun. Silmek için zamana ve çabaya ihtiyacın var. Baskıya, zulme ek olarak tercihan ciddi bir halkla ilişkiler çabasına da. Mesela şiirin gücüne. Çünkü bazı kötülükler ancak güzellikle yapılabilir.
Böylece Moskova’daki kalın bir sanat dergisinin yayın yönetmeni Berlioz, devletin Tanrı’yı sadece gündelik pratikten değil kalplerden de söküp atma projesi kapsamında şair Ivan Nikolayeviç’e Tanrı’yı hor gören, kaldığı kadarını da itibarsızlaştıran bir uzun şiir sipariş etmiştir. Şair de var gücüyle yazmıştır, Allah için! Fakat Berlioz sonuçtan memnun değildir. Tam olmamıştır. Mesela şair Hz İsa’nın hiç yaşamadığını belirtmeyi bile akıl edememiştir. Olmaz yani. Belirtmek lazımdır. Berlioz yüzsüz bir demagog, düzenin emir eri. Dinler tarihinden başlayarak ahkâm kesmeye başlar. Yeteneksiz şair Ivan ise evet abi, çok haklısınız diyen bakışlarla onu dinlemektedir. Sıcak bir yaz akşamı, ellerinde ılık birer kayısı suyu, göl kıyısında oturup anti-tanrı şiirini daha kuvvetli mesajları haiz hale getirmenin ideolojik, tarihsel ve bilimsel temelleri hakkında konuşurlarken tuhaf kılıklı bir yabancı özür dileyerek yanlarına yaklaşır, konuşmanın ilgisini çektiğini söyler ve onlara katılmak için izin ister. Elbette her nazik insan gibi bankın iki kenarına çekilip ona aralarında yer açar, buyurun derler. Yabancı oturur. Oturuş o oturuş.
Hayatımda okuduğum en eğlenceli, en iğneleyici, en sürükleyici romanlardan biri ‘Usta ve Margarita’ böyle başlıyor. Ve neredeyse benim özetlediğim kadar hızlı bir şekilde. Bir klişe vardır, birçok romanda neler olup bittiğini anlamak için yazara biraz zaman vermemizi, bir 40-50 sayfa dişimizi sıkmamızı söyler. ‘Usta ve Margarita’, o romanlardan değil. Daha üçüncü sayfasında hikâye kendini olanca görkemiyle ve tuhaflığıyla ortaya koyuyor. Gerisi amansız bir koşturmaca, nefes nefese bir macera. Kahkaha ve utanç dolu. Gerçeküstü ama alabildiğine acı. Şiddet, bazen de şefkat dolu. Ayrıca romanın arka kapağında ne derse desin (Sovyetler, Stalin rejimi, baskı, zulüm, sansür vs.), hiç öyle hesaplaşma romanı filan olmaya sıkışıp kalmadığı için de zamansız ve ülkesiz. Çünkü, en sonda söyleyebileceğim şeyi en başta söyleyeyim, roman ‘iyi ile kötü’nün savaşı. O yüzden heyecanlı. Daha da ileri gideyim, insanın içindeki kötü ile dışındaki kötünün savaşı. O yüzden de buruk.
Bulgakov herhangi bir iyi yazar değil, gerçek bir büyük yazar. Rejimin eziyetini çokça çektiği halde üzerinde 12 yıl çalıştığı, ölüm döşeğinde bile düzeltmeler yaptığı, sansürün yayımlanmasına izin vermeyeceğini gayet iyi bildiği bu romanı politik öfkesine kurban etmemiş ve bana kalırsa, bize şu unutulmaz mesajı vermiş: İnsanın baskıcı bir devletten daha büyük bir düşmanı varsa o da kendi içindeki ahlaksızlıktır.
Aramıza katılan tuhaf yabancı, çabucak öğreniriz, Profesör Woland’dır, kara büyü uzmanıdır. Kant’la kahvaltı etmiş, Kudüs Valisi Pontius Pilates, Hz. İsa’yı yargılar ve idama mahkûm ederken orada bizzat hazır bulunmuştur, besbelli Şeytan kimliği içinde. Şimdi Berlioz ve Ivan’ın konuşmalarındaki ahmaklık, galiba, Şeytan’ı bile çileden çıkarmıştır. Davet üzerine geldiğini söyler Şeytan. Kastettiği davet bu ahmaklık olmalı.
Romanın bize oynadığı en büyük oyun, Şeytan’ın kim ve nasıl biri olduğu noktasında işlemeye başlıyor. Bu oyuna uzun süre kandığımı, sonra da kandırıldığımı anladığımda çok eğlendiğimi itiraf etmem lazım.
Romanın ilk yarısı Şeytan’ın Moskova’nın sanat çevrelerindeki maceralarıyla geçiyor. Tabii sanat çevrelerinin sefil içyüzü, insanların bayağılığı, sırtlarını devlete dayayarak ayakta kalmaya çalışan şairler, sistemin birbirinin kuyusunu kazma üzerine kurulu oluşu, her şey ortaya dökülüyor. Orada, sanırım, Bulgakov hayatı boyunca kendisine kötü muamele eden bu çevreden intikam almakta sakınca görmemiş. Öyleyse iyi etmiş. Hatta az bile yapmış. Ama Şeytan’ın menzili dalga dalga genişliyor ve tiyatrocu veya muhasebeci veya taksici veya hizmetçi veya apartman yöneticisi, herkes, her tür insan bir sevinç, bir yanılsama, bir dehşet, bir yıkım, bir hakaret, hayatlarını değiştirecek veya bazen bitirecek bir şey yaşamak zorunda kalıyor.
İkinci yarıda, tam artık “Eh, bu iş nereye varacak” diye söylenmeye başlar gibi olduğumuzda karşımıza benzerini az gördüğümüz, bundan sonra benzeri olsa yine zevkle, tekrar tekrar okumak isteyeceğimiz masalsılıkta bir aşk hikâyesi çıkıyor. ‘Usta ile Margarita’nın olağanüstü aşkı. Usta, cellat ruhlu bir eleştirmenin ilk romanını daha piyasaya çıkmadan yerin dibine batırdığı, yazarlık hayatını başlamadan bitirdiği, hayata küstürdüğü bir yazardır. Tanıştıkları zaman ona Usta adını Margarita takar ne kadar müthiş ve ne kadar hakkı yenmiş bir yazar olduğunu görünce. Margarita her şeyi olan, evli ve mutsuz bir kadındır. Usta’ya ölesiye âşık olur.
Daha fazlasını anlatmayayım. Yazmanın bir zevki var ama okuyacak olmanın zevkini kaçırmamak lazım. Gerçi ‘Usta ve Margarita’ anlatmakla tüketilemeyecek kadar zengin bir roman. O kadar ki, fazla kişiselleşmek pahasına yine de söylemek isterim, İş Kültür’den çıkan ve Rusça aslından yapılmış bu şahane çeviri benim bu romanı üçüncü okuyuşum oldu. Bir kez daha, uyanmayı reddedip aynı rüyayı tekrar görme çabasıyla gözlerini yuman, yorganı başına çekip bekleyen ve muradına eren biri kadar mutlu oldum.
USTA ve MARGARİTA
Mihail Bulgakov
Çeviren: Mustafa Kemal Yılmaz
İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
520 sayfa, 28 TL.