Güncelleme Tarihi:
Behçet Necatigil’in o şiirini severdim ama asıl biri bende unutunca sevdim, bildim, ‘Donmuş Dallarda Çiçek’. İlk dizesinden başlar iyiliği, “İyidir beraber olmamız/ Yaklaşmış, değişik/ Duyulur çevrenin gürültüsünde/ Issız/ Bizde bir şey eksik”. Galiba onun esiniyle de “Giden bir yolculuk bırakır şehirde” dizesini yazmıştım.
Bazen ülkelerin ruh halleri tek sözcükle, kavramla dile getirilir, Portekiz için ‘Saudade’, İspanya için ‘Duende’. Türkiye için ‘Melal’ sözcüğünün önerildiğini okumuştum, olabilir. Onu daha Türkçesi, yaygını, bilineni, duyulanı olarak ‘Sızı’yla değiştirmeyi öneriyorum ben de.
Sızı. İstediğiniz gibi çoğaltabilirsiniz, istemeseniz de o işleyecektir zaten, siz farkına bile varmadan derinleşecektir. Tuhaf bir sözcük. Dert değil, bela değil, sorun, hastalık, hüzün, elem değil. Biraz gamlı. Biraz yaralı. İkisini de kanatlarına almış dolanıp duruyor ‘sıza yazıla’.
En son nerede gördün derseniz, Antalya Şarampol’de, sonra Berlin Kreuzberg’de derim. Sevdiğim romancı Şükran Yiğit’in yeni romanı ‘Burası Radyo Şarampol’u (İletişim, 2020) bitirince değil, okurken düşündüm daha, insan insana en çok sızısıyla mı benzer diye! ‘İyi ki bana bu derdi, bu yarayı verdin, şükürler olsun’ diye yakaranları anlamakta güçlük çekeriz. Öyle yakarmayız ama zaman zaman içimizde sanki ikinci bir insan gibi hafif adımlarıyla sessizce gezinen, inceden bir rüzgârı olan, yabancılık çekmeyen, bir yerden aşinalık bulduğumuz bir varlığı hissederiz.
O bizim ‘duende’mizdir, cinimiz, onunla acı çekmek isteriz, onunla sızlar içimiz, kalbimiz. Kalbim sızlıyor deriz, derin bir içsızısıyla.
‘Ankara, Mon Amour!’ (2003) ve ‘Çatıkatı Âşıkları’nın (2008) sıcaklığıyla beklediğim yeni romanını nihayet yazdı da Şükran Yiğit, sızımızın bizi terk etmediğini anladık, sevindik. Bu insanın ara sıra eliyle kalbini yoklaması gibi, yerinde mi hâlâ? Sızı da öyle, ama tek başına değil, yalnız dolaşmıyor, iyi bir şiir gibi geliyor, adeta senfoni orkestrasıyla!
Ve sızının roman olurken de kendine çok yakın bulduğu diller var, Şükran Yiğit’n roman dili bu dillerden. Sızının su gibi aktığı hallerden. Roman da burda sona ermiyor elbette, sızı da. İşte yazarı bir sonraki romana götüren, kışkırtıcı demeyeyim şimdi, kıvılcım da sızı. Okuru da kendi hatıralarıyla buluşturan elbette!
Neye benziyor en çok derseniz, şiirde Ülkü Tamer’in virgülüne derim. Hani onunla her yere giden. Çocukluğumuzu bilen, ergenliğimizde bizimle sevinip bizimle üzülen, gençliğimizde yoldaşlık eden, yetişkinlikteyse söz dinleyen bir hal, sızı. Şükran Yiğit’in kendini sevinsek mi üzülsek mi kestiremediğimiz bir hissiyatla okutan, bitirince de adresimizi yıllar sonra araya araya bulmuş eski kartpostallar gibi kendi hatıralarımıza da ekleyebileceğimiz romanında da bu ince sızı var işte, ki hepimize bol bol yeter!
Kötü kişisi olmayan, ‘enayi’ diyelim bir baba dışında, bu roman, ‘açık ara’ diyorlar ya, en candan ablası Mine’nin terzilik sanatından el almış gibi. Hem hünerli hem incelikleriyle kusur kapatıcı, hem heveskâr, hem giderici, hem affedici hem de bir şiir gibi, bir yolculuk gibi tıpkı kendi müziği de olan bir anlatı.
Anlamak üzerine kurulu asıl. İlk ayrılıklar, kayıplar, kavuşmalar, büyüme öyküsü evet, hepsi var, ama hepsinde de, her zaman bağışlamak sözkonusu olmasa da, bir ‘anlama’ çabası ve isteği var. Nerdeyse hiç yargılamayan, taraf tutmayan ve halince dile getiren bu yapı, romanın ne kadar ‘değer’li olduğunun da ifadesi.
Şükran Yiğit okuyunca, ‘Burası Radyo Şarampol’ dinleyince, daha ne olsun, sevinç ‘sızı’yor işte!