Güncelleme Tarihi:
Fulya Erdemci’nin her zamanki yaratıcı küratörlüğündeki Cappadox çağdaş sanat sergisi, bu yıl mevki olarak Ortahisar Balkanvadisi’ni seçmiş. Cappadox sergilerinin ilginç yanı doğanın gösterdiği yolu izleyerek bir yere varmaları; geçen yılki ‘Dünyadan Çıkış Yolları’ hemen hemen bütün işleri kucaklayan bir vadi seçmişti. İşler vadinin kucaklayışında bir araya geliyor ve bir şey söylüyorlardı. Bu yılki ‘Sessizlik’ ise başladığı noktaya dönen bir rota; Ortahisar’ın kalesinin sağından girip dere tepe dolanan bir kurdeleyi izlerseniz kalenin sol yanına çıkıyorsunuz, ya da tersi. Bu dere tepe durumu Hansel’le Gretel masalının fasulyeleri gibi, izleyene yol üzerindeki işler aracılığıyla gene bir şeyler gösteriyor. Büyüleyici; Kapadokya’nın doğasının kendi büyüleyiciliğine yaslanmayan bir büyüleyicilik üstelik. Daha çok, onunla al takke ver külah bir alışveriş.
‘Sessizlik’in belki en ilginç yanı Kapadokya’nın yabancı sanatçılarla Türkiyeli sanatçılara ayrı ayrı çıkış noktaları esinlendirmesi. Ortahisar, yabancı sanatçılara dünya ötesi, zamandışı bir şeyler diyor. Türkiyeli sanatçılara ise daha buralı, yerin ve ülkenin kendi geçmişiyle ilgili şeyler. Birinciler için burası bin yıllar öncesinin izlerini taşıyan bir ‘no man’s land’; bir bakir-zihinsel toprak ki, ya bin yılların anıları ya da anıları hiçe sayan yeni yapılar yakışacak buraya. Rossella Biscotti, ‘Bir Hayvan Epiği’ işinde vadide yaşamış tarihöncesi hayvanların pençe izlerini yolumuzun üzerine öyle rasgele düşürüyor ki bu izleri yaramaz kedilerin ıslak çimentoda bıraktığı izler sanabilirsiniz. Buraların, insanoğlunun şanlı epikleri kadar kadim bir hayvan anlatısı/ menkıbesi de barındırdığını hatırlamalıyız. Susanne Philipsz’in ‘Çoktan Gitmiş’i de benzer bir iz bırakma işi, bu kez sesle. Tünel şeklinde, kurumuş bir dere yatağına yerleştirilmiş kadın sesi, Syd Barret’in bir şarkısını kendine uyarlayarak söylüyor; “Çoktan gitmiş hissediyorum kendimi, çoktan gitmiş.” Suyun çekilişine, yerin ruhuna, bedensiz sesin metafiziğine mi atfetmeliyiz bu ağıdı? Hepsi, birbiri içinde.
Geçtiğimiz sergide bir yamaca arı kovanlarından Babil Kulesi diken Chapusiat Kardeşler bu kez taze kesilmiş tahtalardan bir tırmanma kulesi öneriyorlar. İster tırmanın, ister karşısında durup modernistavangard yapı fikrini, onun içinde gizlenen hareketi seyredin, Duchamp’ı, Schwitters’i hatırlayın. Bettina Hutschek ise bir rehberli turu taklit eden performansında, Balkanderesi’nin sisler ardındaki prehistoryasını topraktaki manyetik alanlar söylentisiyle birleştirip, devasını bulmak için rasyonaliteden, bilimden vb. umudu kestiğimiz yarı tinsel yarı bedensel dertler için yöneldiğimiz şifalarla ilgili bir oyun kuruyor. Tamamen inansak saf inanan, etmesek kekre şüpheciyiz. İronik aklın çifte tuzağı.
Aydan Mürtezaoğlu ve Bülent Şangar, John Cage’in ‘4.33’ünü, bu modernist seyirciye meydan okuma işini - ‘ben çalmayacağım, sen kendi gürültünü dinle!’- saza uyarlayıp adına da ‘Âşık Ne Zaman Susar?’ deyince Cage’in fikri bir ‘dili bağlanmışlığa’, ‘söyleyememeye’ tercüme ediliyor. İnci Eviner, desenlerinden oluşan defterlerin yapraklarını esintiye ve rastlantıya bırakıyor. Hale Tenger, sesi ve sözü kayalarla ağaçların arasında gezinen bir fısıltıya emanet ediyor. T. S. Eliot’ın insana ilişkin ağır bir yargı olan dizelerinin akla gelmemesi mümkün değil sanki ‘Sessizlik’ sergisinin anıtsallığında: “Kof adamlarız biz/ İçleri doldurulmuş adamlar/ Birbirine yaslanan/ Kafaları samanla doldurulmuş, heyhat!” İster binlerce yıl ötede, ister şimdi burada...
Cappadox çağdaş sanat sergisi
9 Temmuz’a kadar Kapadokya bölgesindeki Ortahisar Balkanvadisi mevkiinde görülebilir.