Güncelleme Tarihi:
Berlin’den Altın Ayı ödüllü ‘Bal’dan yedi yıl sonra ‘Buğday’la karşımızdasınız. Yedi yıl az bir süre değil, sizin için çok özel bir film olsa gerek. Hatta belki ‘hayatınızın filmi’ diyebiliriz. Türk sinemasında benzeri pek rastlamadığımız distopik film ‘Buğday’ı sizin için özel kılan nedir?
Yedi değil beş diyelim. Diğer iki yıl ‘Bal’ın seyahatleri oldu. Görmediğim birçok yere gittim. İşte bu seyahatler süresince ‘Buğday’ şekillenmeye başladı. Gittiğim çoğu yerde doğaya yapılan tahribattan bahsedildi. Hindistan’daki sorunlar ile Avustralya’daki sorunlar çok farklıydı. Benim zaten tabiat ile ilgili, diğer filmlerimde de görülebilen bir altyapı var. Bu tahribatla birlikte insanın iç yolculuğu, maneviyatı da benim sürekli ilgilendiğim konular. Böylece ikisinde bir kesişme oldu. Ve bu yok oluşlarda, bireyler olarak hepimizin bir sorumluluk taşıdığını insanlara nasıl gösterebilirim düşüncesi yavaş yavaş filmin hikâyesini ortaya çıkardı.
Bu film için mekân bakmaya Amerika’ya gittiğimde araç kiralayıp New York’tan Detroit’e kadar gittim. Eski sahil bölgeleri, oto sanayiler yani endüstriyel bölgeler terk edilmişti. Ve ben oradaki yıkımı görünce çok şaşırdım. Çünkü 20-30 sene önce Amerikan yaşam biçimini üreten yapı bir anda terk edilmişti. Terk edilmiş evler, arabalar, sanayiciler, fabrikalar... Tam bir hayalet dünya yani. Bunu filme yansıtmalıyız diye düşündüm...
Distopik bir evren kurmak için büyük bir prodüksiyon gerekiyor. Bundan ürküp aynı düşüncelerle daha küçük bir film çekme noktasına geldiniz mi hiç?
Hayır, öyle olmadı. Aşama aşama ilerledikçe bunun yapılabileceğini gördük. Zaten finanse edilebilecek bütçeyi de bulmuştuk; hem Türkiye’den hem yurtdışından. Çünkü insanlar böyle bir hikâyeye çok fazla ilgi gösterdiler. Hep vicdanlı bir yüzü olduğunu düşündüğüm Jean-Marc Barr’dan ünlü görüntü yönetmenimiz Giles Nuttgens’a ekip de bu konuda özeleştirel bir yaklaşıma sahip olunca bir süre sonra bunun yapılabileceğini fark ettik.
Peki filmin distopik hikâyesini kurarken, Kuran’da geçen Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın yolculuğuna dair kıssa hangi aşamada devreye girdi?
Hep şunu düşündüm; bilim bize konfor sağlıyor ama başka bir yönden bakılınca da bizi sıkıştırıyor. Bunun sebebi ne olabilir? Her şey hakkında bilgi sahibi olan biz, bu konuda ne söyleyebiliriz? Acaba atladığımız bir yer mi var? Hollanda’da ilk kez yapay et üreten üniversiteye gittim ve bilim etiği profesörüyle konuştum. Neden ürettiklerini sorduğumda “İnsanların aç kalmaması için” cevabını aldım. Biliyorsunuz GDO da ilk çıktığında insanlar doyacak, verimli tarım başlayacak, bolluk yaşanacak demişlerdi. Şu anki durum ortada. İşte o zaman bilgide bir eksiklik olduğunu anladım. Bu kıssada da Hz. Musa her şeyi bilirim diye düşünürken bir vahiy geliyor. Orada “Senden daha fazla bilen bir kul var” deniyor. Bunun kim olduğunu öğrenmek istiyor, Hz. Hızır’ı buluyor ve böylece bir yolculuğa çıkıyorlar...
‘Tanrı parçacığı’nı arayan bilim dünyasına karşı siz de filmde seyirciyi ‘insan parçacığı’nı görmeye davet ediyorsunuz. ‘İnsan parçacığı’nı biraz açar mısınız?
Bilim insanlarının atladıkları bir şeyler var galiba. Bu kadar deney yapıyoruz ama insana dair yaptığımız deneylerde ne kadar ilerliyoruz? Birçok dinde de olan bir şeyden bahsedeyim. “Size ruhumdan üfledim” deniyor. Yani her yaratılmışın içinde ondan bir parça var. İşte bu ‘Tanrı parçacığı’ bence insanda teşekkül eden şey. Bunu insanda ararsak bulabiliriz. Bu yüzden dışarıda aramaya gerek yok gibi geliyor... Bir de tohumu bozuyoruz. Ve bunu yine biz yiyoruz. Bunun sonucunda da yine biz bozuluyoruz...
Dünya karanlık bir dönemden geçiyor, hatta ‘Distopik çağ’ diyenler de var. Katılır mısınız?
Öyle gerçekten, çünkü baktığımızda birilerinin distopyasını yaşıyoruz. Mesela her yerde savaş var ve bunun çözümüne giden yol bile yok şu anda. Sürekli bir karamsarlığın çeperi var ve buna mukabil her şeyi kendi içimize dönük yaşıyoruz. Dış dünya ile bağlantımızı koparan hayat mevcudiyeti var; teknoloji, eğlence sektörü gibi. Sonuçta şöyle bir dünyada yaşıyoruz, global dünya dedikleri de bence o. Türkiye’de bir şeyler olumsuz oluyorsa bunun sebebi sadece Türkiye’de aranmamalı. Bütün dünyanın ölçeğinde bakmak gerekiyor. Orada oluyorsa burada da oluyor yani. O yüzden dünyadaki bu distopik durum şu an hiç olmadığı kadar yaşanıyor.
Filmde Doğu-Batı ayrımını yapmıyorsunuz. Endüstriyel medeniyetin Batı’yı, onun dışında kalan yerlerin de Doğu’yu işaret ettiği aşikâr. Fakat endüstriyel çöküşte Batı kadar Doğu da etkili değil mi? Mesela biz, İstanbul’u gökdelen mezarlığına çevirdik. Ya da doğanın dengesini bozacağını bile bile HES projeleri yapılıyor...
Doğu ve Batı arasında keskin bir ayrım yok. Orada bir dünya var ve o dünya bizim şu andaki dünyamız. Hindistan’da gördüğüm kadarıyla dehşet bir hava kirliliği var, bozuk bir endüstrileşme var. Bizim 60’lar-70’ler arası sanayileşmemizi düşünürsek onun devleşmiş hali diyebiliriz. İşte burada bir mantık var. O mantık bizi tüketime, üretime, dünyayı bu hale getirmeye itiyor. İnsanlar bunu gelişmişlik, modernlik sanıyor. Ya da insanın rahat yaşaması ve ülkenin kalkınması sanıyor. Ama hiçbirinin, sınırsız anlamda, bir ayrımı olduğunu düşünmüyorum. Ve şöyle düşünüyorum ki bu sistemi uygulayanlar, uygulamak isteyenler, önerenler de kendilerini sorgulamalı. Çünkü bu düşünceler her yerde var. Sermaye, kapitalizm düşüncesi Afrika’da da var, Hindistan’da da var.
Dan Brown’un yeni romanı ‘Başlangıç’, bilimin, din ve Tanrı inancının sonunu getireceği tartışmaları üzerine kurulu. Sizce bilim, dinin sonunu getirebilir mi?
Zannetmiyorum. Aksine, bilimin başarısızlığı veya zararları insanlarda hep yeni sorular üretiyor. İnsan kendine ne yaptığını, nerede olduğunu hep sorar. Bunu sorduğu ve ‘Nereden geliyorum?’ sorusuna cevap bulamadığı sürece bu inanç buradan gitmeyecek.
İslam temelli terörizm ve şiddet ister istemez Müslümanlara karşı tepkileri artırıyor. Bu durumun filmin Batı’daki algısını olumsuz etkilediğini düşünüyor musunuz?
Olabilir. Mesela bir arkadaşım filmi izledikten sonra “Zor olacak” demişti. “Neden?” dedim. “Batı kendisini eleştirirse orada sorun olmaz. Ama Batı’yı dışarıdan birisi eleştirmeye başlarsa bundan hiç hoşlanmazlar” dedi. Sanırım böyle bir mesele oldu, bunu ben de sezgiledim. Mesela Londra’da festivalde kapalı gişe oynadı. Ve hem oradaki yazarlar hem sinemaseverler çok şaşkındılar filmin Cannes’da ve Berlin’de olmamasına. Filmin dünyasına dair de çok güzel tepkiler geliyor.
Tokyo’da ‘en iyi film’ ödülü aldınız. Oradaki tepkiler nasıldı?
Seyirciden gelen tepkiler müthişti, çünkü Japon kültüründe de tabiatın, ağacın anlamı çok önemli. Çıkışlarda 20-25 dakika boyunca broşür imzaladım. Jüri başkanı Tommy Lee Jones, filmi çok iyi anlamıştı. “Hem bir kıssa anlatıyor hem de bu hikâyeyi müthiş bir estetikle aktarıyor” dedi. Ödül töreninden sonra da bana çok sıcak davrandı. “Film başladığında bir Hollywood filmi izliyormuşum gibi izledim. ‘Kim bu adam, bunlar ne yapıyorlar?’ soruları vardı aklımda. Fakat sonra iki adamın buluşmaları gelince de bu bizim bakabileceğimiz bir açı değil. Biz dünyaya artık böyle bakmıyoruz” deyip, büyülenmiş gibi izlediğini ekledi. Hatta Berlin ya da Cannes’da olmadığına çok şaşırmış o da.
Finli bir eleştirmen ‘Buğday’ın Tarkovsky’nin ‘Stalker’ına benzer bir deneyim bulduğunu, maneviyata önem veren insanların filmden çok şey çıkartacağını yazmış. Sizdeki Tarkovsky etkisiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Kuşkusuz ki var. Ama tabi ki bu sadece Tarkovsky değil. Bresson var, Bergman’ın bakışı var. Benzer bakışlar demeyeyim ama benzer kulvarın insanları. Mesela çağımızda yaşayan Lars Von Trier var, daha farklı bir bakış açısı. Terrence Malick var. İnsanın varoluşuna dair yapılan bir sinema var. Ve bu sinemanın en önde estetize, bu konuda en akılda kalıcı işler yapmış olanı Tarkovsky. İster istemez bu tarz bir film izlendiğinde ona referans gidiyor. Ama başka ülkelerde, örneğin Londra’da Terrence Malick ile de çok ilişkilendirildim. Onun sinemasından çok izler bulduklarını söylediler. Referanslar tabi ki var. Mesela sınırı geçerken attıkları taşın bıraktığı iz, o geçiş... Yani bu, kaçındığım veya söylemekten korktuğum bir şey değil. Bana göre iyi sinema yapan ve bu aşkı diğer yönetmenlere de veren, motive eden bir yönetmen Tarkovsky.
Son olarak sizin iktidarla yakın görüntü vermenizden rahatsızlık duyanlar var. Semih Kaplanoğlu onlara ne söylemek ister?
Hayatta, insanların bir şeye bakışlarını, yaklaşımları eleştiremem ama iktidardan kasıt, seçilmiş bir iktidara karşı darbe yapılmaya çalışıldığında, insanlar sokakta öldürüldüğünde ya da parlamento bombalandığında sessiz kalmamaksa tabi ki iktidardan yanayım. Sonuçta halkın tercih ettiği bir hükumet var. Bu yıkılmak istendi ve insanlar öldürüldü. Ben bu konuda sessiz kalamazdım hatta ben de çıkmıştım o gece. Üstümüze ateş edildi. Ben öyle bir durumda ne yapacaktım? ‘İktidar gitsin’ falan diyemezdim tabi ki. Sonuçta bu şekilde değişecekse yerine gelecek şey de o şekilde değişir. Zaten öyle olmadı mı?