Güncelleme Tarihi:
Türk edebiyatının usta ismi Sait Faik bir öyküsünde “Yazmasaydım çıldıracaktım” der. Belki size defalarca sorulmuş bir soruyla başlamak istiyorum. Neden yazıyorsunuz?
Benim için yazmak mutlak bir gereklilik. Yazmak zorunda olduğum için değil, yazmaya ihtiyaç duyduğum için yazıyorum. Bu benim yalnızlık anlayışımdan da doğuyor ve yazmak için her gün 3-4 saat yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyorum. Bu 3-4 saat yalnızlık içime dönüp düşündüğüm, dolayısıyla da yazdığım zamanlar oluyor çünkü yazmak benim için düşüncelerimi ifade etme şekli. Yazıyorum; çünkü yazarken, konuşurken olduğundan daha iyi düşünüyorum.
Oldukça üretken bir yazarsınız. Bu da esaslı bir yazma disiplini gerektiriyor. Bu disiplini nasıl sağlıyorsunuz?
Evet, titizlikle takip ettiğim büyük bir disiplinim var. Sabahları hep yazmaya ve okumaya çalışırım. Zamanımı ve alanımı bir sığınak gibi koruyorum ve o yazma zamanlarımda başka hiçbir plan yapmamaya çalışıyorum.
Türkçede yayımlanan kitaplarınızdan ‘Beyefendiler’ kendi içinde birkaç kitaptan oluşan bir seri aslında. Aynı şekilde ‘Kudüs’, ‘Joseph Walser’in Makinesi ve Bir Adam: Klaus Klump’ ile ‘Teknoloji Çağında Dua Etmeyi Öğrenmek’ de ‘Krallık’ adlı bir dizinin parçaları. Seri yazmak fikrini sormak istiyorum. En başından mı planlıyorsunuz, yoksa yazdıkça bir diğer romanı mı çağırıyor metin?
Evet, eserlerimi bir tür seri olarak organize ediyorum. Kitaplar aynı aileye aitlermiş gibi. Aynı şekilde yazdığım, kendi içinde çok farklı olan kitaplar var. Dolayısıyla onları ailelere ayırmaya çalışıyorum. ‘Beyefendiler’ bir aile, dünyanın barbarlığına direnmeye çalışan yazarlardan, yaratıcılardan oluşan bir mahalle ütopyasıyla ilgili. ‘Krallık’ serisi ise çok daha vahşi olan kitaplar bütünü. Aynı edebiyat alanında farklı yollar varmış gibi, biraz bununla ilgili. Ama örneğin ister ‘Beyefendiler’ ister ‘Krallık’ olsun, kendi içlerinde tamamen farklılar.
‘Beyefendiler’, ‘Kudüs’ ve Türkçede yayımlanan son kitabınız ‘Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız’a baktığımızda ‘şehir’lerin de önemli bir yer tuttuğunu, neredeyse romanın bir kahramanı olduğunu görüyoruz...
Evet, çünkü bana göre şehir büyük bir makine. Belki de en büyük makine. Büyük bir icat. Bir makine çünkü eğer şehre yukarıdan bakacak olursak şehrin tek bir birim olduğunu görürüz, içinde bulunan, çok vahşice davranmadan oradan oraya giden insanlardan oluşan bir makine. Şehir, muazzam bir insan yoğunluğudur ve her şeye rağmen içindeki insanlar normalde olabilecekleri kadar vahşi değildir. Dolayısıyla, şehir bir yerde insanı sakinleştirir, organize eder. Şehri, insanları sakinleştiren bir makine gibi görme fikri ilgimi çekiyor.
‘Babasını Arayan Yüzyılında Kayıp Bir Kız’, okuru sorgulamalara iten, farklı okumalara açık bir roman. Down sendromlu Hanna ve ‘kaçak’ Marius’un yolculukları bir noktadan sonra ‘soyut bir arayış’a dönüyor...
Roman, down sendromlu Hanna adında bir kız çocuğu hakkında. Arkasındaki fikir biraz bu karakterin 20. yüzyıldan geçişini görmekten ibaretti. Çünkü gerçekten çok kötü bir yüzyıl, değil mi? Diğer taraftan bu kitap bir yolculuk hakkında, bir adam ile bulduğu kayıp kızın yolculuğu. Bu ikisi, kızın babasını bulmaya çıkıyorlar. Bu kitap çok farklı şekillerde okunabilir. Beni ilgilendiren ise bir taraftan 20. yüzyılın hikâyesi ve onun hakkında düşünmek, diğer yandan da down sendromlu, babasını arayan, onu görmek isteyen kaybolmuş bir kız çocuğu ile yoldan geçerken onu bulan adam arasında gelişen dostluk ve sevgiyi işlemekti.
Marius’un ‘gizli’ suçu ve Hanna ile olan ilişkisi dolayısıyla iyilik-kötülük meselesini irdeliyorsunuz. Var mı bunun kesin bir ayrımı?
İyilik ve kötülük arasındaki ayrım hep zor. Marius, babasını bulma yolculuğunda Hanna’ya yardım ederken, onun Hanna’ya yardım ettiği için iyi bir adam mı, yoksa bir suç geçmişi olduğu için kötü bir adam mı olduğunu çok net bilmiyoruz. Bu ilginç, çünkü çoğu kez kötülüğü ve kötü insanı tanımlamak zordur. Kötü insan bir kez kötülük yapan ve hayatının geri kalanında iyi olan mıdır? Kötü insan her gün kötülük yapan mıdır? Dolayısıyla, bu kitap kötülük ve iyilik hakkında bir inceleme. Çoğu kez suçlu olarak gördüklerimiz ebeveynlere, koruyuculara dönüşebilir. Tam aksine, ebeveyn ve koruyucu olarak gördüklerimiz de tehlikeli, korkunç varlıklara dönüşebilir.
Not: Gonçalo M. Tavares, 16 Ekim Pazar saat 16.00’da Kırmızı Kedi Beyoğlu Pera Mağazası’nda, 17 Ekim Pazartesi saat 15.00-16.30 arasında ise Başkent Kültür Yolu Festivali Satırbaşı Ankara Edebiyat Söyleşileri kapsamında CSO Ada Ankara’da okurlarıyla buluşacak.