Güncelleme Tarihi:
Felsefi idealizm ile idealist tutumu birbirinden ayırmak gerekir. İdealist tutum, gerçekliğin ve olguların, fikirler ve ideolojiler uğruna feda edilmesi, örtbas edilmesidir.
Türkiye’de, birçok felsefenin/ filozofun taraftarı mevcuttur. Ama Alman idealizminin bir taraftarı veya temsilcisi olmadı. Vulger Marksizmin ideolojik zaferi belki de. Burada, idealist filozofların, yani Fichte, Schelling ve Hegel’in metinlerinin zor olduğu ya da bu yolda oluşturulan imgenin rolü de söz konusu. Fichte’nin, Schelling’in ya da Hegel’in felsefesi, bir düşünsel varlık olarak vücut bulamamıştır Türkiye’deki felsefe ortamında. Evet, Ömer Naci Soykan, Schelling üzerine çalıştı ama sözünü ettiğim duvarı aşamadı. Son yıllarda, Hegel’e karşı bir ilgi kıpırtısından söz edilebilir. Ama bunun nedeni içsel değil dışsal; Zizek’in, Hegel’i önemsemesiyle ilgilidir.
İdealizmin bu üçlüsüne ben Hölderlin’i de eklemeyi unutmak istemem. Filozof-şairin felsefe yazıları daha önce ‘Şiir ve Tragedya Kuramı’ adıyla yayımlandı. Agamben’in, bugünlerde çevrilen ‘Hölderlin’in Deliliği’ adlı muhteşem kitabını da hatırlatmak isterim.
Alman idealizmi, felsefede bir devrimdir. Randall Collins’in ifadesiyle idealizm, akademik devrimin entelektüel karşılığıdır. Alman idealizminden önce gelen Descartes, Spinoza, Hobbes, Locke, Berkeley, Hume, Herder gibi filozoflar akademisyen değildi. Profesör olan ilk filozof Kant’tı; ardından Alman idealizminin filozofları bir devamlılık oluşturur. Dahası felsefe, Alman idealizmi vasıtasıyla üniversiteyi ele geçirmiştir. Kant’ın öğrencilerinden değil, masa arkadaşlarından söz edilir; Hegel’in ise, derslerinde sınıfların tıklım tıklım dolu olduğundan... Bu, tarihsel bakımdan bir fenomendir (Spinoza’nın öğrencisi yoktu). Engels, Schelling’in derslerini izleyebildi ise ya da Marx, Hegel’in derslerini, bu, Alman idealizminin, felsefenin üniversite içinde örgütlenmesi gerektiği tasarımının bir sonucudur. Kant dahil, bütün bu süreç, 35 yılda gerçekleşir.
İdealizm, bir geist, bir tin felsefesidir. Buradaki tin, ben’in, ben bilincinin oluşumunu ve dış dünyaya yönelimini dile getirir. Yaygın kanı, ben’in keşfini Freud’a atfeder: Ego. ‘Ben’nin ne olduğunu, Freud’dan önce Alman idealistleri keşfetti. Ben, felsefenin keşfidir. Daha öncesinde ‘ben’ yok muydu, var, “Düşünüyorum o halde varım” şeklinde. Tinin, ben bilinci olarak açılımı, başlangıçta yani Fichte’de böyledir, Schelling’den geçip Hegel’e ulaştığında, tarihsel ve evrensel bir bağlam kazanacaktır. Sözgelimi Hegel, bir arkadaşına yazdığı mektupta, Napoléon için, “Geistı atın üstünde gördüm” diye yazacaktır.
Bütün bu uzun girizgâh, Friedrich Wilhelm Joseph von Schelling (1775-1854) için. Schelling’in temel kitaplarından biri olan ‘Sanat Felsefesi’ yayımlanmıştı. Bugünlerde ise ana kitabı kabul edilen ‘Transandantal İdealizm Sistemi’, yayımlanmasından 222 yıl sonra Türkçeye çevrildi. Merve Ertene, herhangi bir çevirmen değil; doktorasını Schelling üzerine yapmış bir akademisyen.
Şimdi rastgele bir sayfa açıyorum, 123. Son paragraftaki irdeleme şöyle başlıyor: “Bende sınırlanamaz bir etkinlik vardır ama bu etkinlik, ben bu etkinliği kendi etkinliği olarak koymadığı müddetçe, ben olarak bende değildir. Fakat ben, kendini o sonsuz etkinliğin öznesi ya da dayanağı (çevirideki rahatlığa dikkat çekerim; etkinliğin öznesi olmak, etkinliğin dayanağı olmak demektir ama kendi etkinliğinin dayanağı olmak, kendini bu etkinlikten ayıran bilince sahip olmayı gerektirir) olarak bu etkinlikten ayırmaksızın, bu etkinliği kendi etkinliği olarak sezemez. (...) Etkinliğin kendisi, benin bir etkinliği olarak konulması gerekir.”
Burada, bilinç, bir şeyin bilincidir ya da yönelimsellik düşüncesinin (Hussell, Heidegger) başlangıcını görmek mümkün. Alman idealizmi 19. yüzyılda sona ermemiştir.