Güncelleme Tarihi:
◊ Hep bir şeyler üretmek üzerine bir hayatınız var. Resim sergileri, filmler, konserler... Yorulmuyor musunuz bu tempodan?
Başka türlüsü nasıl olur, ben bilmiyorum. Çocukluğumdan beri sinemayla meşgulüm, resimle meşgulüm, çizgi romanlarla, müzikle, yazmayla-çizmeyle meşgulüm. Hepsi iç içe benim için. Zaman içerisinde bu kitapçı açma, yayınevi kurma gibi işlere de dönüştü, bir ara bar açtım hatta... Ama film yapmak ve bu disiplinlerden kopmamak hayatımın meselesi. 24 saatimi 24 kare olarak düşünüyorum.
◊ Bu sanat dalları arasında en çok sinemaya mı kafa yoruyorsunuz?
Sinema her zaman ön planda. Ama sinema yapmadığım zaman da o enerji parçalanarak diğer disiplinlere dönüşüyor. Bir film düşünüyorsun, o öyküye, müziğe dönüşebiliyor. Bazen bir belgesele başlıyorsun, o seni başka bir yere götürüyor. Bana sorarsan hepsi bir bütün. Örneğin bir dönem tek gözümde bir hastalık çıkmıştı. Az kalsın görme yetimi kaybediyordum. O dönemde tek gözü görmeyen yönetmenleri araştırmaya başladım ve onlarla ilgili bir öykü yazdım. Bu hikâye sırasında başka bir gerçek gözüme çarptı. Bu şekilde hayatım tıpkı bir deneme gibi oradan oraya, şekilden şekle dönüşmeye başlıyor. Bunun için de hayatını bu işlere adaman gerekiyor. Yapabildiğim yere kadar bu işi yapacağım.
◊ ‘Gölge’nin ardından ‘Dört Köşeli Üçgen’i çekmek için yedi sene beklediniz. Neden bu kadar uzun sürdü?
18 dakikalık belgeseli dört yılda bitirdiğim de oluyor. Bir işi gerçekleştirmek, düşünmenin son aşaması. Bu film için yedi sene beklememizin pek çok sebebi var. Casting probleminden tut, para problemine kadar birtakım sorunlar filmin gecikmesine sebep oldu. Projenin saati gelince ise çekmeye başladık.
◊ Biraz Salâh Birsel’den bahsedelim isterseniz... Yaklaşık 20 sene önce kaybettiğimiz Birsel’in bu eserini filmleştirmeye nasıl karar verdiniz?
Salâh Birsel benim dayım. Yazdığı tek roman da bu. Bu romanın yıllarca etkisinde kaldım. O kitabı yazarken yanındaydım. Çok küçüktüm ama ne yaptığını biliyordum. Evimizde bir yazar olduğunu biliyordum. Onun dergileri, kitapları arasında büyüdüm, birlikte yaşıyorduk. Benim yolculuğum böyle başladı. Daha sonra ben 11 yaşındayken o Ankara’ya gitti, Türk Dil Kurumu’na seçilmişti. O gidince benim evdeki lunaparkım gitmiş gibi oldu. Daha sonra benim merakımı bildiği için o kitapları ve dergileri bana yolladı. Bir ortam insana göz zevki, bilgi, bakış özelliklerini kazandırıyor. İyi bir filmin fotoğraflarına bakmak bile insanı heyecanlandırabiliyor. O yüzden çok yere bakmamız gerekiyor. Salâh Birsel bana tavrıyla, duruşuyla dünyaya bakmayı gösterdi. Salâh gidince ben bu kez kendi lunaparkımı oluşturmaya başladım. Babam ressamdı, ağabeyim çizgi romana merak sardı, hepimiz kendi çoğalmalarımızı yaşadık. Ağabeyim ayrı çalışıyordu, ben ayrı... Temasımız da sürdü tabii... Yıllar sonra ben Salâh’ın dokuz kitabını bastım, editörlüğünü yaptım. Aramızdaki ilişki bir sanat alışverişine döndü. O yüzden hayatımdaki yeri çok büyüktür, yol göstericimdir, ustamdır. Onu çok özlüyorum.
BU FİLM SAHİCİLİĞE GİDEN BİR GEMİ
◊ Filmdeki gözlemci karakteri kendi içinde sürekli sorgulama halinde... Bunların ne kadarı sizin
sorgulamanız?
Filmin senaryosunu yazan Görkem Yeltan, büyük ölçüde romana bağlı kaldı. Ben de, Görkem de filme çok şey kattık ama romanın aslına bağlı kaldık. Kitabın insanın aklıyla yaşam arasında birçok noktaya açıklıklar getiren bir hikâyesi var. İroni kısmı çok ağır basıyor. Onu uygulamaya çalıştık. Filmi sahicilikten çok, sahiciliğe giden bir gemi gibi düşünmek gerekiyor. Tüm oyuncular senaryonun ne anlatmak istediğinin farkındaydı. Çok güzel kareler yakaladığımızı düşünüyorum.
◊ Gözlemci karakteri filmin belli noktalarında seyirciyle konuşuyor. Bu alışık olmadığımız bir tarz...
Filmin toplum içerinde kaybolmuş, var olmaya çalışan insanlarla da ilgili bir sorunu var. O zaman karakterimiz seyirciye sığınıyor. “Bakın halime, bu böyle değil mi?” diyor. Yalnız kalmış bir adam ne yapar? Konuşacak bir insan arar. Çağın iletişimsizliği de filmde net olarak görülüyor. “Ben gözlemciyim” diyen adamın durumu zaten kendi içinde absürd bir şey. Çünkü gerçekte böyle bir meslek yok. Ama seyirciye “İnanın bu adama” diyoruz. Bile bile yaptığımız bir şey bu...
◊ Filmde toplumsal ahlakı sorgulayan çarpıcı bir aldatma sahnesi var...
Salâh coşmuş orada, biz de coştuk. Tabii toplumsal ahlak bir filmde, bir kitapta anlatılabilecek bir şey değil. Çarpa çarpa form değiştiren, kendini temizleyen, kendini kirleten farklı şekillere bürünen bir şey. Filmde didaktik olmamaya çalıştık, biz bazı şeyleri gösterdik, gerisi seyircinin görüşü.
◊ Filmlerinizde ya da diğer ürettiğiniz işlerde ‘gişe yapma’ ya da daha çok seyirci çekme gibi bir kaygınız var mı?
Ben sanki onlar yokmuş gibi yapıyorum. Bir işi, “Kesin olarak şu olacak” diye inanarak yapmamak lazım. Biz bir şeylerle uğraşıyoruz, sunuyoruz. “Bu filmden ne bekliyorsun” diye sorsalar ben en fazla “Bu filmin vizyona girmesini bekliyorum” diyebilirim. “Ondan sonra ne bekliyorsun?” sorusunun cevabı yok bende. Ben görevimi yapıyorum, son halka da filmin izleyiciyle buluşması. Film yapıldıktan sonra afişler yapılacak, dergilerde eleştirileri çıkacak, yıldızlar verilecek, bunların hepsi bir bütün. Tümünden heyecan duyuyorum.
◊ Yeni projeler var mı?
Yeni bir film çekeceğiz, çalışmalarına başladık. Bir bölümünün çekimleri yurtdışında olacak. Ben ‘Gölge’ filmini de Venedik’te çekmiştim, oradan deneyimliyim. Şimdi ona çalışıyorum. Bu filmin de hakkını vermek istiyorum. Zeytinli Rock Festivali’nde çalacağım. Eylül ve ekim ayında pek çok konser vereceğim.