Güncelleme Tarihi:
Ünlü bir hikâyeyle başlayalım: Franz Kafka 1924’te öldüğünde yakın arkadaşı Max Brod’a vasiyet olarak kendisinin eserlerini yakıp yok etmek kalmıştır. Fakat Brod, Kafka’nın vasiyetini yerine getirmek şöyle dursun yaşamının ve eserlerinin bütün dünya tarafından tanınması gerektiği düşüncesiyle hareket etmiş ve Kafka’yı büyük bir yazar olarak gördüğünden, onun eserlerini yayımlamaya karar vermiştir. 1925 yılından itibaren de Kafka’nın kaleminden çıkanları parça parça yayımlamaya başlamış, ileriki 30 yıl içinde biyografisiyle birlikte birçok eserini okurla buluşturmuştur. Sonuç olarak Kafka bugün dünyanın edebiyat miraslarından, klasiklerinden biri. Bu noktada akla gelen soru ise şu: Max Brod bu yaptıklarıyla, Kafka’nın mirasına ihanet mi etti, yoksa yok olup gidecek bir yazara, ölümünden sonra da olsa hakkını mı teslim etti? Yani, Brod’a teşekkür mü etmeli, yoksa onu suçlamalı mı?
Kafka özelinde de onun dışında da edebiyat gündemini zaman zaman meşgul eden sorunlardan biri bu: Yazarların kaleminden çıkanlar ölümünden sonra ne yapılmalı? Eser sahiplerinin isteklerine göre mi hareket edilmeli, vârislerin hakları mı göz önünde bulundurulmalı? Eser sahibi mi eser üzerinde söz hakkı olanlar mı gidişata yön vermeli?
Bunlar yıllardır konuşuluyor, daha da konuşulacak. Fakat böyle bir meseleye edebiyat çerçevesinden bakıldığını Attilâ Şenkon’un geçenlerde okur karşısına çıkan romanı ‘Hoş Bulduk Hayat’a kadar rastlamamıştım. Şenkon yeni romanında, bir şairin ardından yıllar sonra yaşananları, içine edebi dertlerin yanında yaşam dertlerinin de bulaştığı bir pencerede kurcalıyor. Ortaya da özgün, özgün olduğu kadar bu türden tartışmalara bir vicdan penceresi açabilecek bakışıyla nahif bir hikâye çıkıyor. Bunların yanında Şenkon yayın dünyasının ve kahramanlarının, öte yandan yazarların yaşamlarının arka bahçesine açılan bir kapı da gösteriyor romanıyla. Bu kapının okuruna gösterdikleri ise romanın yaşam dertleriyle harmanlanmış yanları olarak dikkat çekiyor.
Attilâ Şenkon’un kaleme getirmek istediği tüm meselelerine kaynaklık eden kahramanı, döneminin ünlü şairlerinden olan Hüsrev Pertev’dir. Edebiyatla çok güçlü bir bağı vardır şairin. Öyle ki, dilini etkileyecek diye başka hiçbir edebi türde kalem oynatmamış, yaşamı boyunca şiirde kalmıştır. Bu yolunda da başarılı olmuştur. Ölmeden önce ise bir vasiyette bulunmuştur: Özgür iradesiyle yayımlanmış kitaplarının dışında geriye tek bir satır bile bırakmak istemiyordur. Gülten Akın’ın mısralarına yansıttığı, Şenkon’un da bu mısraları romanın epigraflarından biri yapması gibi “Kimse tanımasın için onları/Şairler kimi sözcüklerini yok ettiler” deme derdindedir.
Bu, romanın bir cephesi ve 1976’ya tarihlenmiş Attilâ Şenkon tarafından. Diğer cephede ise takvimler 40 yıl sonrasını, 2016’yı gösteriyor ve burada Hüsrev Pertev’in çalışma odasında bulunan yayımlanmamış bir metinle başlayan edebi dedektiflik hikâyesinin peşine düşüyor okurlar. Azimli ve dürüst bir editörün birleştirdiği parçalarla bir şairden geride kaldığı düşünülen metnin hikâyesi de okurların karşısına çıkıyor ‘Hoş Bulduk Hayat’ta böylelikle.
Bir ucu mazide, diğer ucu bugünde olan ve ele aldığı mesele üzerine vicdani yönden gerçek bir duyarlılık penceresi açmayı başaran bir roman ‘Hoş Bulduk Hayat’. Attilâ Şenkon ise değinmek istediği tüm dertlerin bamtelini yakalamış bir yazar olarak karşımızda.