Güncelleme Tarihi:
Sabah akşam öten fabrika düdüğünün belirlediği zaman diliminde evden işe, işten eve gidip geliyorlar. Kendilerine ayrılan bölmelerde, bir diğer bölmedekinin ne yaptığını bilmeden, parçaları monte ya da demonte ediyorlar. Her öğlen aynı yemeği yiyip, her gün aynı kıyafetleri giyiyorlar. Önce ve en çok, ‘Mutlu’ ile tanışacağız ama bu şehrin sakinlerinin isimleri de bir tuhaf: ‘Çünkü’ var mesela; ‘Kuzey rüzgârlarının büyüttüğü solgun ışığın altında nehri geçme özlemiyle yanıp tutuşan uzun adam’ var. Bir ‘Şef’ var ki, evlere şenlik. Herkesi titretmeye muktedir, ama siz ona bir de fabrikada ne ürettiklerini sorun bakalım, ne cevap verecek!
İnsanların her gün aynı şeyleri yapıp, aynı şeyleri konuşup, hiç soru sormayıp, ‘tuhaflığı’ bir an bile sezmeden yaşayıp gittiği şehirde işler; Mutlu’nun, kapısında uyuyan bir kız bulmasıyla değişmeye başlar. “Bu çok saçma değil mi?” cümlesini de ilk defa o kız, Esma kuracaktır. Kulağına ilk böcek kaçan da Esma’dır zaten. Kendini bu gerçekdışı şehirde nasıl bulduğunu anlamaya çalışmasıyla gelişecektir olaylar... Gerçekdışı şehir derken; doktorların kulak ağrısına karşı bir denizkabuğunu kulağa dayamayı reçete ettiği, koca tramvayın birden yok olduğu, insanların fabrikaya gidip gelmek dışında hiçbir şey yapmadığı, yapmayı da zaten bilmediği, ölümün, seksin, kavganın, aşkın dahi yaşanmadığı bir şehirden bahsediyoruz.
Durmadan bir şeyler peşinde koşturduğumuz, hayal kurmaktan vazgeçtiğimiz hayatlarımızla dalgasını geçen bir roman yazmış Hürer Ebeoğlu. Hınzır bir dille. Roman; insanın gözünün önünde hem fantastik bir film tadında canlanıyor (ki bu roman “Sahneye de sinemaya da uyarım ben” dedi bana, her satırında) hem de ayaklarımızı yere bastırıp “Gerçekten tam olarak ne yapıyoruz biz şu anda!” diye asap bozucu bir soru sorduruyor. Bizim de kendi hayatlarımızda ‘hiçlik üreten’ fabrikada çalışan Mutlu ve ‘mesai arkadaşları’ndan yok pek de farkımız... Romanın anlatıcısı olarak hikâyeye kıvrakça bağlanıp bütün tuhaflıkları çözen ‘Röntgenci’nin geldiği noktaya savrulmak işten değil: “Bütün dünya gözüme bok denizinde yüzmeye çalışan bir gemi gibi görünüyordu artık. Bu geminin, boynunda çiçeklerle yarı çıplak dans eden kızların size lezzetli meyveler sundukları cennet parçası bir adaya çıkacağını düşünüyorduk aptalca bir umutla. Ama karaya asla ulaşamayacak bu gemi. Kokusu yüzünden nefes bile alamadığımız bok denizinin içinde oradan oraya sürükleniyoruz. Hayatımız zincirlere bağlanmış halde boşa kürek çekmekle geçiyor.”
Mutlu’nun şehrinden çıkıp ‘gerçek hayata’ karışmak zorunda kalan anlatıcının bulduğu çözüm, kendi tuhaf (ama gerçek) ülkemizde de yapabilenler için hiç de fena olmayan bir kaçış kapısı: “(...) Bu yüzden ben de gerçekten uzaklaştım. Hayal ürünü şeyler okumaya başladım. Sergilere gittim, sinemalara gittim... Müzik dinlemeyi çok sevdim. İnsanların hayallerinde yarattıkları dünyalar gerçeğinden çok daha güzeldi. Zararsızdı.”
Ionesco’nun ‘uyumsuz’ protestliğinin, Kurt Vonnegut’un lafebeliğinin, Alper Canıgüz’ün fantastik mizahının tadını aldığım bir roman oldu ‘Kulağakaçan Böceği’. Oğuz Atay’a, Yusuf Atılgan’a, Dostoyevski’ye, Kafka’ya selam yollayan bir roman. Merak edecek, daralacak, eğlenecek, hayıflanacak ve gülerek bitireceksiniz. Muhtemelen. Zaten o kadar da ciddiye almamak lazım... (Hayatı!)