Güncelleme Tarihi:
Murat Bardakçı’nın Safiye Aylâ biyografisini az önce bitirdim: ‘Safiye ve Türk Musikisinin Cumhuriyet Dönemi Serüveni’ (İş Bankası Yayınları). Diyebilirim ki, son yıllarda okuduğum en güzel biyografi; yaşamöyküsü edebiyatımızda bir başyapıt.
Ayrıca ‘romancı, hikâyeci’ Murat Bardakçı’dan da söz açılabilir: Safiye Aylâ’nın bilinmeyen çocukluk yıllarını, kitabın girişinde öylesine ustaca dile getiriyor! Okur tam kaptırmış yol alırken, Bardakçı’dan şu satırlar:
“Safiye’nin Birinci Dünya Savaşı’nın kapkaranlık senelerinde bir dârüleytama götürülüp bırakılmasını ve orada geçirdiği ilk gecesini hikâye ettiğim yukarıdaki paragraflar onun anlattıklarına dayanan bir kurmacadan ve hayaller sıralamasından ibarettir (...)”
Sonra kurmaca aradan çekiliyor, bütünüyle belgelere dayalı yaşamöyküsü başlıyor. Gerçi bu yaşamöyküsünde de hep bulanık kalmaya yazgılı bir sorun var: Safiye Aylâ’nın yaşı! Ünlü sanatçı hep değişik değişik tarihler vermiş, git git gencelmiş... Ben de hatırlıyorum: Bir televizyon programına, ilkokuldan öğretmeni olduğunu ileri sürdüğü, kendisinden genç bir hanımla çıkmıştı...
Gencelme özlemiyle -özellikle ‘takıntısı’yla demiyorum- yaşayıp ölmüş Safiye Aylâ, bu çok usta işi biyografiden anlıyoruz, gerçekte hep yaşama isteğiyle, coşkusuyla var olmuş. Ancak böyle, geçen yıllara meydan okumuş. Belki kendisi gencelmemiş ama, sesi apaçık zamanı yenmiş. ‘Menekşelendi sular’ın -Saadettin Kaynak’ın bestesi- dinlediğim iki yorumu var: İlkinde, Safiye Hanım hakikaten genç, ikincisinde yılları geri almaya başlamış; ikinci yorumda sesi çok daha pırıltılı, billur gibi...
Safiye Aylâ’yı aziz dostlarım Armağan ve Altan İlkin’in Etiler’deki evinde tanımıştım: Galiba bitişik oturuyorlardı, 12 Eylül sonrasıydı. Bir akşam yemeği. Carlos Fuentes’in sesini yitirmiş Maria Callas’la tanıştığı akşamı anlatan bir yazısı vardır, çok sevdiğim bir deneme. Ben kaleme getiremedim ama, o geceyi, Safiye Hanım’ı hep Fuentes’in denemesiyle birlikte anarım...
Safiye Aylâ, Bardakçı’nın saptamasıyla, adeta dört ayrı hayat evresinde karşımıza çıkıyor, adeta dört ayrı hayat yaşıyor ve hep kendini arıyor! Dıştan görkem, ün, başarı kuşatmışken, belki de yapayalnız bir kadın. Yapayalnızlığını göğüslemekle kalmamış, bu yalnızlıktan Safiye Aylâ mucizesini yaratabilmiş.
‘Safiye’ eserin altbaşlığında belirtilen ‘Türk musikisinin Cumhuriyet dönemi’ serüvenini en ince ayrıntısına kadar okurla buluşturuyor. Bugüne kadar bilgi kirliliğinde kalakalmış bu olgu ilk kez Murat Bardakçı’nın emeğiyle gün ışığına çıkıyor. Sona doğru, Safiye Aylâ’nın kendisinden çok genç, komando Timur’la aşkı: Başka bir ülkede çoktan romanı yazılır, beyazperdede yaşatılırdı. Murat hep düzeyle dile getirmiş; içim sızladı.
‘Yılların kalın buğusu’...
Gerçekliğin acılarından sonra kurmacanın acıları. Onur Caymaz yeni bir roman yayımladı: ‘Sıfır’ (Kırmızı Kedi Yayınevi). Beş yüz doksan altı sayfalık ‘Sıfır’ın henüz başlarındayım, yüz dokuzuncu sayfada. Fakat ‘Sıfır’ı hemen paylaşmak istedim. Attilâ İlhan romanların ille ‘kallâvî’ olmasını isterdi; ‘Sıfır’ öyle. Onur yedi yılda tamamlamış. Daha ilk sayfalarda, yazarın özenli, öz edebiyata bağlı, şiirsel anlatımı. Özenden, titizlikten gitgide uzaklaşan bu ortamda Onur Caymaz kendisini yetiştiren edebiyatın yolunda yürümeyi ısrarla korumuş. Sonuçta, dilde-anlatışta-öyküleyişte doruğa varıyor.
Düşlemle en acı gerçekliklerin iç içe geçtiği ‘Sıfır’dan alıntılıyorum: “Arada yılların kalın buğusu vardı üstelik”. Onur, o buğuyu binyıllardan bugüne aralıyor. Binyılların sonsuz eziyetinde sürüklenip gidiyoruz.
‘İnsanlık sorumu’ hızlı ağırlık kazanıyor. Okurun da kendisiyle ödeşmesi için yazılmış sanki ‘Sıfır’. Onur Caymaz’dan hep böyle bir roman beklemişim...