Güncelleme Tarihi:
Jean-Christophe Grange, bir döndü pir döndü. Yazarın Nazi Almanya’sında yaşanan seri cinayetleri konu alan kitabı ‘Mermer Adam’, hem kurgusu, hem yarattığı karakterleri hem de tarihi arka planıyla bir başyapıt. Orijinal adının tam Türkçesi, ‘verilen sözler, vaatler’ olan kitap tam da adına yaraşır şekilde Grange adının vaat ettiği pek çok beklentiyi karşılıyor.
Kitabı üç ayrı yönden incelemek gerekiyor. Öncelikle tarihi arka planı ele alalım, çünkü yazarın ilk tarihi romanı. ‘Mermer Adam’, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Berlin’de geçiyor. Hızla yükselen Nazizm ve Hitler’in insanların beynine kazıdığı çarpık felsefesinin doruğa ulaştığı zamanlar. Nazizmin kötülüğünün insanların kâbuslarına girdiği dönemden dem vuruyor kitapta yazar. Kitapta hem Nazizmin A takımı var hem de ayaktakımı. Ari ırk yaratma amacıyla yola çıkan Nazizmin dur durak bilmeyen sapkın yöntemleri insanların üzerinde denediği bir hikâyenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Kitapta üst sınıfa ait kadınlar -ki bu sınıfı yaptıkları evliliklere borçlular- vahşi şekilde art arda öldürülmeye başlıyor. İç organları parçalanıyor, üreme organları alınıyor. Bu cinayetleri çözme işi de hızlı, sessiz ve kontrollü olması şartlarıyla bir gestapoya veriliyor: Franz Beewen. Masum insanları tutuklamaya alışık Beewen için bir katili yakalamak görevi son derece ironik elbette.
RÜYALAR POLİTİKTİR
Söz konusu kurbanlar arasındaki bağlantılar, hepsinin aynı ‘kadınlar kulübü’ne üye olması, nüfuzlu adamlarla evlenmeleri ve aynı terapiste gitmeleri: Simon Kraus. Kraus, kadınların gördüğü rüyalarla onları tedavi etmeye çalışan, kendini dev aynasında gören bir adam. Aslında son derece yetenekli bir psikiyatr, zeki ve şeytan tüyü var. Ama Nazilerden ölesiye nefret ediyor. Bunun nedeni bir yandan ne yaparsa yapsın üst sınıfa atlayamaması, bir yandan da yaşanan kötülüğün onun zekasını bile aşıyor olması. Simon’ın, rüyaları rehber edinen meslektaşı Freud’dan farkı, rüyaları cinselliğe değil politikaya bağlaması. O, kadınların rüyalarında Nazizmin kötülüğünü gördüğüne inanıyor. Onlarla seanslarını kaydediyor, onları baştan çıkarıyor ve elde ettikleriyle şantaj yapıyor. Tedavi etmeyi vaat ettiği kadınlar aracılığıyla Nazilerin paralarını söğüşleyerek bir anlamda bu politik atmosferden intikam alıyor. Cinayetlerin peşine düşen gestapo, elindeki ipuçlarıyla terapistin kapısını çalıyor. Tam bu biri iriyarı acımasız gestapo, diğeri ufak tefek kurnaz doktor işbirliği yapacakken aralarına bir üçüncü katılıyor: Minna von Hassel.
Minna, Franz’ın Birinci Dünya Savaşı gazisi, hem ruh hem beden sağlığını kaybetmiş babasının yattığı psikiyatri hastanesinin yöneticisi. Bilime inanan ve tam anlamıyla ari bir soya ait olan bir psikiyatr. Her ne kadar Nazizm karşıtı olsa da partinin üst düzey yöneticilerinden olan amcası ve ABD’ye giderken ona büyük bir servet bırakmış ailesinin parasıyla kendine bir koruma sağlıyor. Bu üç ortak arasında üst sınıfa ait olan o!
Grange, bu kitabında daha önceki romanlarından alışık olduğumuz dedektif tiplemelerinin son derece dışına çıkıyor. Söz konusu üç karakter de aslında kitabın tarihi yönünü besleyen özellikler taşıyor. Franz Beewen, babasının hikâyesinin de etkisiyle Nazizmin tetikçisi bir karakter olarak karşımıza çıkıp saf şiddeti temsil ederken Simon Kraus, dönemin nimetlerinden kadınların zaaflarını kullanarak yararlanan, yeteneklerine ihanet eden bir doktor; yani kaypaklığın, ikiyüzlüğün simgesi olarak ‘sırıtıyor’. Minna von Hassel ise bir yandan ahlaklı bir duruş sergilerken doğuştan sahip olduklarından yararlanan ve Nazilerin insana yaptığı kötülükleri yargılarken bilim adına tehlikeli sularda yüzen korkak bir muhalif tablosu çiziyor.
NAZİZME DARBE
Bu üçlü cinayetleri çözmeye çalışırken her adımlarında Nazizmin daha ne kadar kötü olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Toplu imhalardan işkence kamplarına o dönem yaşanmış korkunçlukları belgelendiriyor. Yaşadıkları, gördükleri onları değiştiriyor, farklılaştırıyor. Amaçlarını, önceliklerini değiştiriyorlar. Olayı çözmek için yaptıkları ortaklık Nazizmin sonunu getirmeye hizmet eden bir amaca evriliyor.
Sapkınlık, kötülük, terör, kâbuslar ve Nazizm; Grange’nin kaleminden aynı potada buluşuyor ve birbirine karışıyor. Bu cinayetlerin çözüm anahtarı, tüm kurbanların -ki kitabın ilerleyen sayfalarında onların ne kadar kurban olduğu da tartışılıyor- kâbuslarında gördüğü ‘Mermer Adam’da. Yüzüne mermeri andıran bir maske takan bu katili bulmak uğruna, yüzünü kaybettikleri için bakır maske takan kahramanların dünyasına giriyorlar örneğin. Nazizmin A takımıyla safkan Alman kadınları çiftleştirip Almanya’nın geleceğini inşa etmek için kurulan kliniklere düşüyor yolları. Bu duraklardan birinde zürriyetleri kurutmak için çeşitli işkencelere maruz kalan azınlıklarla tanışıyorlar. Acemi üç dedektif, bir katili ararken pek çok katille tanışıyor. Hem de aradıkları katille kıyaslanmayacak kadar kötülük peşinde olanlarla, vahşeti ülkü edinenlerle... Ellerinden geldiği kadar cezalandırıyorlar suçluları elbette ama biliyoruz ki ekilen kötülük tohumları ‘Küçük Prens’in anlattığı baobab ağaçları gibi büyüyüp büyüyüp gezegeni yok ediyorlar. Onların özel bir bakıma ihtiyacı yok, en yoksun dönemlerde bile büyüyebiliyorlar. Dolayısıyla dünya tarihi bu kötülüklerle dolu ve yenileri eklenmeye devam ediyor. Ama kötülerin cezalandırılması, en azından bir süreliğine durdurulması umutla dolmamızı sağlamasa da en azından daha iyi bir geleceğin hayalini kurduruyor. Bu hayal geçmişte kalmış olsa da!
SON DİRENİŞİ KIRMAK
Jean-Christophe Grange, verdiği bir söyleşide ‘Mermer Adam’ı anlatırken “Bu kitap geçmişin bir parçası olan ilk romanım. Geçmişte de Nazizmi çok fazla inceledim. En kötü insan dürtüleri için bir üreme alanı diye niteledim. Etrafındakilerin hayallerini toplayan bir Berlinlinin zamanından kalma bir kitap var; Charlotte Beradt’ın kitabı. Nazi rejimi altında iyi yaşayan insanların bile kâbuslar gördüğünü fark ediyor Beradt. Bu çok ilgimi çekti. Çünkü diktatörlüğün ne kadar ağır olduğunun ve kolektif bilinçaltına bile nüfuz etmeyi başardığının ve insanların Nazizm’i hayal ettiğinin kanıtı. Nazizm, rüya olan son direnişi kırmayı ve uyurken insanların vicdanlarına girmeyi başardı. Bu fikrin çok ilginç olduğunu düşünüyorum. Kâbuslar ve Nazizm arasındaki bu tür şeytani kaynaşma çok büyüleyici” diyor.