Güncelleme Tarihi:
2019 Sabahattin Ali yılı olacak. Pek çok yayınevi, yazarın telif süresi biten kitaplarının yayını için hazırlıklarını yaptılar ve ocak ayının ilk günleriyle birlikte Sabahattin Ali’nin bütün eserleri yeni edisyonlarıyla okuyucularla buluşacak. Şarkılara, türkülere dökülen şiirleri, çığır açan öykücülüğü, her biri başyapıt niteliğindeki romanları ve trajik hayat hikâyesi ile Sabahattin Ali, edebiyat tarihimizin en büyük isimlerinden biridir. Hesabı sorulmamış, dosyası hâlâ kapanmamış cinayetlerden birine kurban giden Sabahattin Ali, büyük bir yazar olmasının yanı sıra baskılara boyun eğmeyen bir aydın figürü olarak da önemlidir.
‘BENİM MESKENİM DAĞLARDIR’
Tan gazetesinde tefrika edildikten sonra kitap olarak ilk kez 1937 yılında -Yeni Kitapçı yayınevi tarafından- yayımlanan ilk romanı ‘Kuyucaklı Yusuf’un hikâyesi 1903 yılında Nazilli’nin Kuyucaklı Köyü’nde başlar, hızlı bir şekilde Edremit’e geçer ve II. Dünya Savaşı sürerken sona erer. Roman kahramanı, Yusuf isimli -ailesi eşkıyalar tarafından katledilmiş- kimsesiz bir çocuktur. Aydın bir adam olan Kuyucak Kaymakamı Salâhattin Bey tarafından evlat edinilir. Yusuf’u çocukluğundan delikanlılık çağlarına kadar izleyen hikâye, onu isyana sürükleyen süreci, birey ve toplum çatışmasını, çok canlı bir kasaba yaşantısı içinde adım adım anlatır.
Yayımlandığı günden bu yana ‘Kuyucaklı Yusuf’taki isyan teması -doğal olarak- öne çıkarılmıştır. Ancak romanın bütünlüğünü sağlayan, kişileri, ayrıntıları kucaklayan ve isyanı tetikleyen tema Yusuf’un çocukluktan beridir sevdiği Muazzez’e duyduğu aşktır. Kasaba hayatını gözler önüne seren pek çok yan hikâyeciği dönüp dolaştırıp işte bu aşk hikâyesine bağlar Sabahattin Ali. Hayat acemisi Yusuf’un Muazzez’e tutkusunun derinliği romanın en hüzünlü tarafıdır ve bu hüzün, romanın her sayfasına serpilmiştir.
Sabahattin Ali’nin ‘Kuyucaklı Yusuf’ romanıyla ‘Dağlar’ şiiri arasındaki bağ dikkat çekici. Şiirine şu dizelerle başlar Sabahattin Ali; “Şehirler bana bir tuzak,/ İnsan sohbetleri yasak,/ Uzak olun benden, uzak,/ Benim meskenim dağlardır.”
Romanını ise şu cümlelerle noktalar: “Yusuf bir oraya, bir de önündeki toprak yığınına baktı. Dişlerini ve yumruklarını sıktı, dudaklarını ısırdı; buna rağmen gözlerinden yanaklarına doğru iri damlalar yuvarlanmaya başladı. Bu yaşlar bütün manzarayı örtüvermişlerdi. Kollarının yeni ile gözlerini sildi. Hayvanına atladı. Bir kere daha dönüp geriye baktıktan ve ömrünün en korkunç senelerinin geçtiği bu kasabaya yumruğunu uzatıp tehdit eder gibi salladıktan sonra, atını ileriye, dağlara doğru sürdü.”
MASUMİYETİN YİTİMİ
Sabahattin Ali’nin ikinci romanı ‘İçimizdeki Şeytan’, 1939 yılında Ulus gazetesinde 87 bölüm şeklinde tefrika edildi, 1940 yılında kitaplaştırıldı. Yayıncısı Remzi Kitabevi’ydi. Avrupa’da faşizmin, Türkiye’de kafatasçılığın yükseldiği, tek parti yönetiminin hepten sağa kaydığı, ‘komünistler’e baskıların yoğunlaştığı yıllarda yazılan bu roman, hem üniversite gençliğini saran ırkçı, kafatasçı, Turancı görüşlerin hem de faşizmin iktidarına boyun eğen aydın kesimin eleştirisine yönelmesi açısından cesur bir tavırdır.
Siyasi tartışmalara kulakları tıkayarak yapılacak ‘tarafsız’ bir okumada, karşımıza bambaşka bir ‘İçimizdeki Şeytan’ çıkar. Öncelikle hüzünlü bir gençlik aşkı hikâyesidir anlatılan. İlk 100 sayfada kaderin cilvesiyle karşılaşan iki gencin birlikte yaşamaya başlamaları o dönem üniversite gençliğinin yaşam tarzlarıyla, umutlarıyla, heyecan ve hezeyanlarıyla birlikte titizlikle işleniyor, Sabahattin Ali bu ana hikâyeyi -tıpkı ‘Kuyucaklı Yusuf’ta yaptığı gibi- gençlerin hayatlarını karartan olaylar dizisiyle derinleştiriyor ve dolaylı olarak siyasetin alanına geçiyor.
EN HÜZÜNLÜ AŞK HİKÂYESİ
18 Aralık 1940-8 Şubat 1941 tarihleri arasında Hakikat gazetesinde ‘Büyük Hikâye’ altbaşlığı altında tefrika edilip 1943 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan son romanı ‘Kürk Mantolu Madonna’ ise hiç şüphe yok ki edebiyatımızın en güzel ve en hüzünlü aşk hikayesidir. Aşk hikâyesi derken günümüzün ‘sabun köpüğü’ çok satanlarının ağdalı ve yapıntı aşklarını çağrıştırmasın. Derinlikli bir romandır ‘Kürk Mantolu Madonna’. Arkada yarım kalmış bir aşk şarkısı akıp giderken, faşizmi doğurtan Almanya atmosferini, taşrayı, taşra yalnızlığını, yabancılaşmayı, kısacası pek çok önemli meseleyi -hem de hakkını vererek- ele alır. ‘Kürk Mantolu Madonna’da silik bir taşra memurunun hayatına odaklanır Sabahattin Ali. Ne var ki Raif Bey’in o silik ve renksiz hayatının ardında büyük insani dramlar saklıdır. Raif Bey yıllar önce eğitimi için, I. Dünya Savaşı sonrasının Berlin’ine gitmiş, ilk başlarda bu yabancı kültürle kaynaşamamıştır. Sessiz, içine kapanık Türk genci Raif’i, içine kapandıgı kitaplar, düşler dünyasından, kendisi gibi duygusal yapıdaki bir Yahudi kızıyla yaşadığı tutkulu bir aşk çıkaracaktır. Biri Batı’dan, öteki Doğu’dan gelen, iki yaşam kaçağı, iki düş insanının karşılaşmasıdır bu.
Sabahattin Ali gerek bizzat kendisinin maruz kaldığı gerekse de tanıklık ettiği olayların etkisiyle üç romanında da bireyin doğasına ve toplumsal yapıya yönelik karamsar bir bakış edinmiş, kötülük ve bencilliğin teşhirine yönelmiştir. Kurtarıcı lider tapıntısını, açgözlülüğü ve güç arzusunu farklı veçheleriyle ortaya koyan romanlarında söz konusu eğilim hem genel olarak toplum yapısına hem de teker teker bireylere içkindir. Sabahattin Ali, bir yazarın yapması gerektiği üzere, birey-toplum arasındaki ilişkileri bireyden yola çıkarak anlatır. Roman kişilerini psikolojik derinlikleri ile birlikte cisimlendirdiğini, roman kişilerinin dış dünyaları kadar iç dünyalarını da tahlil ve tasvir ettiğini, iç dünyaları ortaya koymak için yer yer bilinç akışına yaklaşan iç monologları başarıyla kullandığını söyleyebiliriz.
Her üç romanındaki ana karakterler -‘Kuyucaklı Yusuf’un Yusuf’u, ‘İçimizdeki Şeytan’ın Ömer’i ve ‘Kürk Mantolu Madonna’nın Raif’i- birbirine benzer kişilikler sergilerler. Bu; ‘yazarın kafasında yepyeni çizgilerle iyice belirttiği çocukluk, gençlik, öğrenim yıllarının, velhasıl hayat macerasının, ülkülerinin, düşlerinin karma kişisidir’.
Sabahattin Ali’nin her üç romanının belki de en önemli ortak paydası insanın içinde gördüğü şeytanı yani kötülüğü yakalamış ve yansıtmış olması... Günah keçiliğini üstlenen stereotipleştirilmiş ve basite indirgenmiş allah vergisi kötücül karakterlerle ya da ‘normal dışılıkla’ kavranacak şeytani bir kötülükle yapmıyor bunu. Hayatın içinde filizlenen, serpilip gelişen bir kötülüğü ve bu kötülüğü sıradanlaşan dinamikleri açığa çıkarıyor Sabahattin Ali. Gücü elinde tutup bu sayede güçsüzlere hükmetmeyi hak görenler, güçlülerin yanında pay tutarak pastadan pay kapmaya çalışanlar, arkadaşlarını ihbar eden muhbir vatandaşlar, yıkıcı dedikodular, dışlayıcı mekanizmalar... Bunları yaparken duyulan haz. Utanmak yerine övünmek. Hasetle, kinle, düşmanlıkla yoğrulmuş bir ruh hali. Sadece bize özgü değil; dünyanın her yerinde, her toplumda meydana gelebilecek türden olaylar ve insanlık halleri Sabahattin Ali’nin kaleminden teşhir edilmiştir. Belki de kendisine yönelik saldırıların nedeni, insanları görmek istemedikleri kişilikleriyle yüzleştirmesindendir. Sol düşüncelere sahip muhalif bir insandı ve kuşkusuz bütün yazdıkları bu duruşun etrafında oluşmuştur. Ancak hiç kimse Sabahattin Ali’de çıplak bir ideolojik manipülasyon, didaktik bir tonlama gösteremez. Her şey konunun ve ayrıntıların içinde kodlanmıştır. Neye karşı ise, karşı olduğu şeyi apaçık işaret etmez, okuyucunun gözüne sokmaz. Ne büyük laflar kelam eder, ne yaşananları abartır. Tam tersi, o yumuşak, pastoral üslubun kendisidir isyanımızı, hüznümüzü yaratan...