Güncelleme Tarihi:
Nazlı Eray’la ‘Orphee’ romanıyla tanışmıştım ilk kez. Öyle etkilenmiştim ki kitaptan, günlerce etkisinden çıkamamıştım. O yazmaya devam etti, ben okumaya. Hep renkliydi Nazlı Eray. Yazdıkları zordu; çünkü onun içinden gelen yol ‘Büyülü Gerçekçilik’ti ve çizdiği dünyalar en az kendisi kadar renkliydi. Bir söyleşimizde, “At saati kolundan, zamanı karışık yaşa arada” demişti. Hem özgürlüğü hem umudu hem de çözümü zor bilmecelere çağırıyordu kitaplarında. Nazlı Eray’ın ilk kitabı ‘Ah Bayım Ah’ yayımlanalı neredeyse yarım asır olacak. Usta yazar, iki yıl pandemi arasından sonra 3-11 Aralık tarihleri arasında “Kitap şehre dönüyor” sloganıyla düzenlenecek 39. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı. Biz de bu vesileyle bir araya geldik ve içimizden geldiği gibi konuştuk.
39. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı’sınız. Ne hissettirdi bu size?
Çok büyük bir onur, çok büyük bir gurur hissediyorum. Heyecanlıyım. Çok güzel bir ödül olduğunu düşünüyorum. Pek çok okurumla buluşacağım. Her ödül güzel, çok güzel. Her ödül rüya gibi.
Ödülün yanı sıra fuarın teması da sizin ‘Büyülü Gerçekçilik’ olarak tarif edilen renkli tarzınıza gönderme yaparak ‘Kitabın Büyülü Dünyası’ olarak belirlendi. Hatta bu akımın öncüsü kabul ediliyorsunuz Türkiye’de...
Doğru, bu akımın öncüsüyüm ben Türkiye’de. Dünyada çok gündemde bir akım elbette ‘Büyülü Gerçekçilik’, önemli isimleri arasında Marquez var. Türkiye’de ise belki daha yeni tanınıyor ve yeni alışılıyor. Türkiye’de geç keşfediliyor çünkü bu akımın Anadolu’ya, bizim halkımıza uyarlanması zor. Alışılagelenden çok değişik bir akım. Hele de benim yaptığım... Benim kullandığım büyülü gerçekçilik tavrında başı sonu olmayan örnekler var. Klasik okurun alışık olmadığı bir dünya yaratıyorum, onları o dünyaya sokuyorum, hiç olmayacak şeylere inanmalarını sağlıyor, onları kendime alıştırıyorum.
Üstelik tüm bunları 16 yaşından beri yapıyorsunuz, değil mi?
Dile kolay, 16 yaşından beri yazıyorum. Çok zaman oldu. O yıllarda ne televizyon vardı ne cep telefonu, ne ‘Harry Potter’, ne ‘Yüzüklerin Efendisi’... Neredeyse hiçbir şey yoktu. Benim o zamanki dünyamı anlatayım.. Siyah bakalit bir telefon, Şişhane yokuşundaki Saadet Apartmanı’nda karanlık bir ev, o evde küçücük odam, o odaya kapı aralarından sızan gün ışığı ve çok mutlu bir çocukluk. Kapının önünden geçen sarı tramvayın sesi fon oluyordu o mutlu çocukluğa. Dünya hem çok kocaman hem çok küçüktü. Her şey hem çok kolay hem çok zordu. Seksek oynamayı çok severdim. Yoktu ki bugünkü gibi oyunlar. Yeşil tebeşirle çizilmiş çizgilerde zıplar dururduk. Akşam olmasın isterdim eve gitmemek için. Çok özgür ve çok mutluydum. İşte şimdi bunların hepsini çocuk kitaplarında yazıyorum. O dünyalara bir asansörle inmeye başlıyorum. Asansörün kapıları açılıyor, dışarı çıkıyorum...
Peki, 16 yaşındaki Nazlı bir gün böyle başarılı bir yazar olmayı hayal eder miydi?
Yok canım, hiç aklıma bile gelmezdi. 16 yaşındaki Nazlı ele avuca sığmayan, çok okuyan, çalışkan değil ama derslerinde başarılı, gezmeyi seven, okuldan kaçmak için fırsat kollayan, hafif serseri ruhlu bir çocuktu.
Çok da değişmemişsiniz sanki...
Teşekkür ederim. Bu ne güzel bir iltifat bana. İçimde bir coşku, hep bir sevinç var.
Pek çok farklı türde eser verdiniz ama büyülü gerçekçiliğin yeri sizde ayrı. Nasıl anlatırsınız bu bağı?
Dile kolay, 75 kitap yazmışım. Artık öykü yazmıyorum. Şimdi bambaşka şeyler peşindeyim ama hep büyülü gerçekçilik. Ruhumda var büyülük gerçekçilik. Onu nereden anladım biliyor musun? Herkes çocukluğunu anlatıyor. Biraz önce ben de bir parçasını anlattım. Muhteşem bir çocukluk geçirdim. Bana göre benim geçirdiğim çocukluk büyülüydü. Her türlü eser veriyorum çünkü ben hayatı yaşıyorum. Yaşadığımı yazıyorum, duygularımı yazıyorum. Duygularımı süzüyorum, duygularım bir imbikten geçiyor, kâğıtla konuşuyorum, defterle konuşuyorum, kalemle konuşuyorum. Hayat, bir kitap yazmak gibidir. Sen kendi kitabını nasıl düşünürsen öyle yazarsın. Kendi ışığını ne kadar açarsan o kadar aydınlanırsın, arada loşlaştırırsın ama daima ümitli ve mutlu olmak lazım, bu çok önemli.
Bir okur olarak kitapların hep dünyamı özgürleştirdiğini düşündüm. Siz o dünyaları yaratıyorsunuz...
Yazmak en büyük özgürlüktür. O dünyaları yaratıyorum ben. Onun için de çok şık, çok güzel, süslü, üstü altın rengi, gümüş rengi, pullu payetli defterlere yazıyorum artık. Çünkü onlar benim romanlarımın evi. Romanlarımı yazdığım defterlerimi saklıyorum. En başından beri tüm romanlarımı kalemle defterlere yazdım. Başka türlüsünü yapamıyorum. Bir de dikte edebiliyorum. ‘Pasifik Günleri’ dikte bir roman mesela. Arkadaşım Mümtaz İdil’i çağırıp oturttum karşıma. “Sen geç karşıma, ben anlatayım” dedim. “Pasifik deyince aklıma Victor gelir diye” başladım, gerisi yağ gibi geldi. Pasifik’ten yeni dönmüştüm. Coşku içindeydim ve çok gençtim. 22 günde bitirdim o romanı. Boris Vian’ın 24 saatte roman yazdığını biliyorum. Bunlar o zaman Türkiye’de alışılmış şeyler değildi. Yadırgadılar, konu çok değişti.
Hep umutlu, hep olumlu, hep neşelisiniz. Edebiyat dünyasının zorluklarına karşı nasıl durdunuz?
Yıllarca Ankara’da yaşadım. Ankara bir bozkır, yalnızsın orada. Elinde bir simit, demli bir çay... Kader oyunları oynadı. Bir haftalığına gittiğim şehirde 35 yıl kaldım. İstanbul benim aşkım, Ankara kurtulmaya çalıştığım sevgilimdi. Ama alıştım, çocuklarım orada doğdu. Ankara bana sarıldı, bırakmadı bir türlü, orada birilerini sevdim, neşelendim, üzüldüm... Amerika’ya gittim. Döndüm, tek kitapla meşhur oldum. Attilâ İlhan editörüm. Alıştım Ankara’ya. İstanbul’u hiç düşünmediğim zamanlar oldu. Halbuki ben İstanbul’da büyük bir imparatorluk, büyük bir zenginlik, bir ışık kümesi, bir aşk bıraktım arkamda. Öyle çok seviyorum İstanbul’u.
‘AHMET HAMDİ'Yİ HALUK BİLGİNER OYNASIN'
Bunca yıl, bunca kitap... Var mı aklınızda yazmak istediğiniz, “Bunu da yazsaydım” dediğiniz bir şey?
Çok mutluyum yaptığım her şeyden. Aklımda yazacağım çok şey var tabii. Zaten bir kitaba da başladım, yazıyorum şu anda. Oyun yazacağım. Yönetmen olmak isterdim ben, film çekmek isterdim. Yazdıklarım farkındaysan çok görsel, gittikçe daha görselleşiyor. Mesela ‘Aydaki Adam Tanpınar’ var ya, harika film olur. Düşünüyorlar da film yapmayı. Haluk Bilginer, Tanpınar’ı oynasın isterim. Başka başroller de var kitapta: Adalet Cimcoz, Lebon’daki garson! Tanpınar’ın fırtınalı fakat yalnız dünyası anlatılıyor.