Güncelleme Tarihi:
Son iki yılda, neredeyse tamamı pandemi döneminde yapılmış resimler. Büyük boy 30’a yakın resim. Demek ki durmadan üretmişsiniz, gerçekten insanüstü bir çaba gerektiriyor. Nasıl bir motivasyonla bu kadar resim yapabildiniz?
Uzun bir hastane süreci geçirmiştim. Hastaneden çıkıp eve geldiğimde hastalanmadan önce başladığım bir göç resmi vardı, yarım kalmıştı. Onu bitireyim dedim fakat sağ kolumu kaldıramıyordum, yürüyemiyordum. Bir yandan fizik tedavi gördüm, bir yandan da sol kolumla sağ koluma destek olarak o resmi bitirdim. Sonra da aşağı yukarı her ay bir resim yaptım. Ama eve kapalı olduğum için değil. Ben zaten resim yaparken kapanırız, buna alışkınız. Belki resim yapmasaydım çok kötü olabilirdim, bir de o var. Hep söylerim, resim yapmazsam kendimi yokmuş gibi hissediyorum, koronavirüs olsun olmasın. Resim yapmazsam eğer yokmuşum gibi...
Peki bu dönemde yaptığınız resimleri, resim serüveninizde nereye koyarsınız?
Ayırmıyorum, devam ediyor aslında. Bir dönem de sokak satıcılarını yapmıştım, çok ilgilendiriyordu beni. Hatta şöyle demişlerdi: Ama bunların yüzleri size benziyor! Ben de “Bu bir özdeşleşme meselesi, ben onları seviyor ve çok ilgi duyuyordum, benzemiş olabilir yani” diyordum.
Nasıl bir üretim süreciniz vardır? Bir resme başlayıp bitirir misiniz, yoksa birkaç resmi aynı anda mı çalışırsınız?
Birkaç tablo birden hiç yapmadım. Ama bir resmi başlayıp bitirdikten sonra o, o mekânda bir yerde durur. Yapacağım diğer resmin de onunla ilişkisi vardır aslında. Bir yerini eksik görüp bir şey ilave ettiğim de olmuştur.
“Biz kapanmaya alışkınız” diyorsunuz ama kapanma dışında pandemi dönemini nasıl tecrübe ettiniz, dünyayı algılama biçiminizi nasıl etkiledi?
Ev hapsi gibi oldu. Güneşi, açık havayı unuttum. Mesela hep şunu istedim; bir büyük ağacın gölgesinde bir şezlongda şöyle oturup uzansam... Böyle bir şey olmadı hiç. Yürüyemedim, yürümeyi unuttum... Evin içindesin ve dışarıda kalan ağaçlara, şunlara bunlara dokunamıyorsunuz... Aşkta da böyledir; en büyük aşklar kavuşamayanların aşkıdır. Aslında benim kedim de yok ama belki de kedisi olandan daha çok seviyorum kedileri.
Evet, neden kediniz yok, alerjiniz mi var?
Öyle başladı. Ama bir de şu var, eve aldığınız zaman, ben biraz acıyorum kedilerin eve kapanmasına. Avlanmayı unutuyor, sineğin peşinden koşuyor ama oyun için. Bir de iyi bakamayacaksanız hiç almamak lazım.
Neredeyse bütün resimlerinizde kedi var, hatta ‘Kedili Otoportre’niz de var sergide. Kedinin sizdeki anlamı ne?
Çok fazla ‘Otoportre’niz var, belki 100’ü geçmiştir. Kendinizin pek çok farklı halini resmediyorsunuz ve her serginizde birkaç ‘Otoportre’ oluyor. Neden bu kadar çok ‘Otoportre’ yapıyorsunuz?
Aslında gerçek bir fiziki benzerlik yok hiçbir ‘Otoporte’mde. Hiçbir zaman kendimi ayna karşısında resmetmedim. Hiçbirisi birbirine benzemez. Daha çok bir duyguyu, ruhsal durumu -benimle ilgili- anlatmak için oluşturduğum resimler onlar. Bana benzeyen sadece bir ‘Otoportre’m var: Bir kanser ameliyatı geçirdim; onunla ilgiliydi, orada başım biraz benzer bana. Benim şairlerle ilgili yaptığım resimler var, onların da hiçbiri şairlerine benzemez, daha çok onların dünyasını, ruhsal durumunu resmetmeye çalışırım.
Pek çok toplumsal olay da giriyor resimlerinize; bunlara nasıl karar veriyorsunuz?
Mayıs 68’de bizzat Paris’te bulunmanız toplumsal olayların resimlerinize girmesini etkiledi diyebilir miyiz?
Tabi ki, o çok öğretici bir süreçti. Tam olayların başladığı sırada, İstanbul’dan iki ressam daha gelmişti burslu olarak. Onları ben otele yerleştiriyordum. ‘Türk Oteli’ dediğimiz bir otel vardı, tam Sorboune Üniversitesi’nin önündeki sokakta. Orada sokak olayları başlamıştı. Öğrenciler elektirik direklerini yıkmıştı, parke taşlarını da söküp polise atmaya başlamıştı. Kalkanlı polisleri ilk orada görmüştüm. İlk pencereden seyretmiştim. Bir süre sonra işçiler de öğrencilere katılmışlardı. Bir çeşit okul gibiydi benim için. Yaralanmalar vardı ama orada kimse kimseyi öldürmemişti. Sonra Sorbonne’un amfilerinde konuşma yapan Jean-Paul Satre’ı, Simone de Beauvoir’ı dinlemiştim. Sartre hatta sokakta, ahşap bir fıçının üstüne çıkıp -kısa boyludur çünkü- birtakım siyasi dergiler, broşürler satıyordu. Çok öğreticiydi benim için. Özgürlüğün ne olduğunu orada görüyorsunuz...
Gözlemci bir yanınız var. Hatta kitabınızda insanları gözleyebilmek için vapurda hep büfe tarafını görecek şekilde oturduğunuzu söylemiştiniz. Peki kapanma döneminde gözlemlerinizi gazete ve televizyonlar üzerinden mi yaptınız?
Çok ilginç bir soru sordunuz. Yangınlar, felaketler, savaşlar sırasında fotoğrafçılar çok ön plana çıkar, özellikle belgesel fotoğrafçılar... Müthiş fotoğraflar görüyorum gazetelerde, etkileniyorum. Güney’deki yangında söndürmek için çalışan orman memuru ya da itfaiyeci sarı kuru otlu boş bir alanda -ileride yangın var- yatmış, kafasının altına eşyalarını koymuş, renkli bir battaniyeye sarınmış uyuyor. Ya da ormanda henüz yanmamış ağaca tırmanıp dala tutunmuş bir yavru ayı... Fotoğrafçılar müthiş kareler çektiler... Belgesel fotoğrafları zaten ben çok severim. Onlar sayesinde haberdar oluyoruz birçok şeyden.
Evet, son dakika ‘Manavgat Yangını’ resminiz bile girmiş sergiye...
Televizyonda gördüm; Sarıkeçililer diye bir göçer grubu var. Onlardan bir kadın müthiş şeyler söylüyordu, sanki okumuş biri gibi konuşuyordu. Spiker “Keçileriniz, hayvanlarınız” filan diyordu, kadın “Hayır, onlar bizim yoldaşımız. Hepsinin adı var. Biz keçileri ormanın altında otlatırız ki temizlesin, otlar kuruyup yangın çıkmasın” diyordu. Öyle güzel anlattı ki çok etkilendim. ‘Manavgat Yangını’ resmini kurarken daha çok o göçerleri düşündüm. O kadına benzer birini de koydum, hayvanları da; keçi, kaplumbağa, sincap, tavşan, kuş... Geçen Cumhuriyet’in Pazar ekinde Alevilik-Bektaşilikle ilgili bir kitap kapağı (‘Kırklar Meclisi - Hünkâr Bektaş’, Ayşe Acar, Siyah Kitap) gördüm: Ortada bir ağaç, etrafında hayvanlar dizili; aslan, geyik, kaplumbağa... Benim resmime benziyor.
Aslında insanlar görmek istemez ama siz hastalık hallerinizi bile hiç çekinmeden resminize koyuyorsunuz...
Edebiyatçıların tuttuğu gibi değil ama bu da bir çeşit günlük gibi oluyor. Vaktiyle annem alzheimer olmuştu, bir bakımevinde kalmıştı. Gün aşırı ziyaretlerine gidiyordum. O dönemle ilgili de bir sergi yapmıştım. Sadece şöyle bir şey var; bu gibi acı olayı resmedersiniz ama bakılabilir olmalı, fazla ajite edilmemeli. Şehadet resimleri vardır Hıristiyanların, şehit olanı görebilmek için çok iyice dikkat etmeniz gerekir. Resmin bakılabilir olması lazım.
Neş’e Erdok’un resim sergisi 19 Eylül’e kadar Yapı Kredi Bomontiada’da görülebilir.