Güncelleme Tarihi:
“Sanıyorum benim için her şey on sekiz yaşımdayken başladı. Babıâli Caddesi’ne annemle beraber indim. O zamana kadar birçok hikâye göndermiştim; ancak hiçbiri yayımlanmamış ve hiçbirine cevap gelmemişti.”
Peride Celâl böyle başlamış anlatmaya. Annesiyle birlikte Yedi Gün dergisine gitmişler, Sedat Simavi’ye... 2018’de Ankara Caddesi eski kimliğini yitirmiş, Sedat Simavi basın tarihimizde artık bir anı-kişi, değerli Peride Celâl de o yankı-sesler arasında...
Oysa gencecik bir yazarın heyecanını duyumsuyorsunuz. Dergide öyküsünün çıkıp çıkmayacağı kaygısıyla donanmış bu genç kız, sonra nice yıllar sürecek yazarlık yaşamında birbirinden incelikli romanlara, öykülere imza atacaktır. Ya da, 1903 doğumlu Suut Kemal Yetkin konuşuyor: Baudelaire üzerine bir incelemeyi niye yazdığını anlatıyor, ‘Kötülük Çiçekleri’nden seçme şiir çevirileriyle birlikte. Bugünün okurları Suut Kemal Yetkin adıyla belki de ilk kez karşılaşacaklar...
‘Yazı Kalır’ alıp geçmişe götürüyor. Doğan Hızlan dostumun konukları arasında ben de varmışım; hangi yıl, hangi kanal, unutmuşum. Sevmekten vazgeçmediğim iki kitabımı anmışım: ‘Bir Denizin Eteklerinde’ ve ‘Yarın Yapayalnız’. Gerçi bugün de o kitapları söylerdim; ama öteki gevezeliklerimi de söyler miydim, bilmiyorum.
Füsun Akatlı’da durakaldım. Erken yitirdiğimiz, çağdaş edebiyatımıza büyük emeği geçmiş, ‘sanatkâr’ eleştirmen Akatlı, “Okumanın müthiş bir haz kaynağı olduğu bir bilinse Türkiye değişir” diyor; sanki şu an yine söylüyor! Eklemiş: “Ben kendi yazılarıma bir nevi davetiye olarak bakıyorum.” Gerçekten çağrılardı Füsun’un eleştirel yazıları; ele aldığı yazınsal verimi okurla buluşturmak, ille sevdirmek isteyen.
‘Yazı Kalır’ın bir başka konuğu Melih Cevdet Anday. Usta şair az, öz konuşmuş. Tiyatro oyunlarından söz açıldığında, ‘Mikado’nun Çöpleri’ için “Uzun bir şiirdir o” diyor, “zaten tiyatronun mantığına uymuyor”. Bu eseri iki ayrı yapımdan izlemiş ve çok sevmiştim. ‘Mikado’nun Çöpleri’ni okudum da; şimdi yeniden o uzun şiiri okumalıyım...
Doğan Hızlan ‘Yazı Kalır’ı iyi ki yayımladı diye düşünüyorum.
Günün birinde, hatta yakın gelecekte büsbütün yitip gidecek bu yankı- sesler şimdi bir kitapta derlenmiş oluyor. Şairlerimizin, yazarlarımızın görüşleri, yapmak istediklerini dile getirişleri hiç değilse bu konuşmalarla belgelenmiş. Edebiyat tarihimizi yarın bambaşka değerlendirişlerle yazacak kişilere küçük bir kılavuz. Yanı sıra, günümüzün öz okurları için renkli bir gezinti...
İÇKANAMALARLA YOL ALIŞ
Hüseyin Su yeni yapıtı ‘İçkanama’yı (Şule Yayınları) öyküler toplamı olarak yayımladı: Kısa öyküyü aşan altı metin. Metin diyorum, çünkü ‘İçkanama’ bence altı metinden oluşan acı bir anlatı. Gerçekçi hikâyelerin her biri kendi içinde bütünlük kuruyor ama, kitap noktalanınca, tek bir anlatıcının içkanamalara yol alışı enikonu ağırlık kazanıyor. Kim bu üçüncü tekil anlatıcı -bazan da birinci tekil-? Gözden kaçan travmaların avcısı!
‘İçkanama’ yürek yakıcı, daha ilk sayfasındaki ‘Tanı’dan başlayarak. Su, bilinen, kemikleşmiş ‘içkanama’ teşhisini gündelik hayatın ortasına fırlatıp atıyor; bir dolu içi kanayanı bir araya getirerek, fark edilmeden, konuşulmadan geçilip gidilene yol alıyor.
‘Dünyaevinde Ağız Dalaşı’ndan: “Yemek hazır, diyen ve hiçbir duygu belirtisi, hiçbir sıcak tını taşımayan sesle geri döndü.” Kim bilir kaç evde! Kim bilir kaç evde “süt şişesinin içindeki yorgun çiçekler”!
Sessizce, belki susarak, belki söylemek istemeyerek, belki söze dökemeyerek harcadığımız hayatlarda, Hüseyin Su, bunun artık böyle olmaması için kaleme getirmiş ‘İçkanama’yı. Kalakalıyorsunuz...