Güncelleme Tarihi:
Çehov 1860 yılında küçük bir liman kentinde doğduğunda Rus edebiyatı, Puşkin’in, Gogol’ün, Lermontov’un mirasını yüklenerek ortaya çıkan ‘altın çağ’ını yaşıyordu. Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, Çernişevski, Dobrolyubov, Herzen, Gonçarov, Nekrasov gibi yazarların büyük ve güçlü edebiyat dergilerinde, dünya edebiyatına etki edecek eserleri yayımlanıyordu. Çehov’un doğumundan bir yıl sonra yapılacak toprak reformuyla Rus toplumu radikal bir dönüşüme uğrayacak, bundan edebiyat dünyası da payını alacaktı. Akabinde Tolstoy’un yaşadığı bunalım, Dostoyevski ve Turgenyev’in ölümleri ile başlayan süreçte Rus nesri önemli ölçüde kan kaybedecek ve kapitalistleşmeye başlayan toplumda edebiyat gözden düşen bir uğraşı haline gelecekti.
ACIYA KARŞI MİZAH
Bu kadar hızlı ilerlemeyelim. Çehov, 1860 yılında, despot bir babanın hükmü altında şiddet görecek altı çocuktan biri olmak üzere, doğdu. Çocuklarına her fırsatta dayak atan, kilise korosunda sesleri kısılana kadar zorla şarkı söyleten, evdeki en küçük şakalaşmaya bile tahammül edemeyen bu babanın neden olduğu, travmalarla dolu, acı bir çocukluk dönemi geçiren Çehov, kardeşlerini güldürmek için hikâyeler uydurmaya, okul gösterileri için piyesler yazmaya başladı. Acıyla, mizah yoluyla baş etmeyi keşfediyordu.
Şimdi biraz hızlanabiliriz. Üniversitede tıp eğitimi almakta olan Çehov, para kazanabilmek için dergilere öykü yazıyor ama yazma işini ‘ciddiye almıyor’du. Kullandığı sayısız takma isim, onun aslında yazar kimliğiyle arasına koyduğu bir mesafenin ifadesidir diyebiliriz. Toplumsal olaylara karşı bir sorumluluk da hissetmiyor, yazının siyasi ve sosyal olgulardan azade olması gerektiğini savunuyordu. Aynı yıllarda verem hastalığına yakalandı. Ama toplumu gibi bedeninin gerçeğine de sırt çevirmeyi, hastalığını görmezden gelmeyi tercih etti.
YAZDIKÇA DİKLEŞTİ
Burada biraz duralım. Önce bir tıp öğrencisi, sonra bir doktor olarak, bir hastalığın gelişimini kendi bedeninde izlemek nasıldır, hiç düşündünüz mü? Kitaplarda okuduğu semptomları kendinde gözlemlemek? Ya görmezden geldiği baskının yaşadığı çevreyi kuruttuğuna günbegün şahit olmak? Tutuklanan, intihar eden arkadaşlarını görmek, çarlık rejiminin gittikçe gelişen kapitalizmle birlikte yozlaştırdığı toplumu, çürüttüğü bürokrasiyi, bir nefes gibi her an solumak zorunda olmak?
“Kaderi kef’le yazılmış” denir, hayatı kederle dolu olana. Çehov’a bu açılardan bakarsak, Çehov’a sadece bu kadar bakarsak, göreceğimiz acıdan başka bir şey değildir.
BİR CEHOV SEÇKİSİ
Varacağımız yere yaklaşıyoruz. Yıllar geçti ve Çehov, gören gözü, duyan kalbiyle değişti; yazdıkça (ve yazdığı için) başı yükseldi, dikleşti. Çehov, artık başka biriydi. Bu Çehov hayata bakışında ‘hasta’ değil ‘hekim’di. Yaraya ah vah eden değil, yarayı açan, gerekirse deşen, yaranın içini temizleyen, sonra pansuman edendi. Bu yüzden ‘hasta’ların büyük büyük lafları yoktur öykülerinde, gösterişli acılar yoktur, ahkâm keseni, yan tutanı yoktur. Çehov, öykücülüğünde tam bir ‘hekim’dir; gerçekçidir, tarafsızdır, nettir. “Artık bitti” denilen Rus nesrini, bir daha öylesi gelmez denilen o büyük devleri bırakıp, karşı kaldırıma geçivermiştir.
Çehov’u hiç okumayıp Yordam Kitap etiketiyle yakınlarda yayımlanan ‘Kent Hikâyeleri’ ya da ‘Taşra Hikâyeleri’ adlı seçkilerle tanıyacakları, böylesi bir yazar bekliyor. Tutkunları ise mekânın hikâyede motiften çok daha fazlası olduğuna tanıklık edecek. Çehov bir şey yaptıysa nedensiz değildir, bunu bilerek.
Geldik: O nedenlerin izini süren düşünmelere, tartışmalara ilham olsun, sebep olsun bu hikâyeler.