Güncelleme Tarihi:
ABD’de, California Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan tarihçi Hasan Kayalı’nın 1997’de İngilizce yazdığı ve İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile Birinci Dünya Savaşı’nın sonunu kapsayan dönemi incelediği ‘Jön Türkler ve Araplar’ isimli çalışması nihayet Türkçede. Kayalı kitabında, sonu yaklaşan imparatorluğun büyük bir dönüşüm içinde olduğu dinamik bir süreci inceliyor. Osmanlı İmparatorluğu bir yandan milliyetçilikler tarafından parçalanırken bir taraftan da modern bir dönüşümü gerçekleştirmeye ve hayatta kalmaya çalışıyor. Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarını kaybederek artık demografik dengelerinin farklılaştığı ve bunun politik, ideolojik yansımalarının da yaşandığı bir süreç. Kayalı ilgisini, daha çok bir ön Cumhuriyet tarihi olarak incelenegelmiş Jön Türkler dönemine ve de yakın zamana kadar ihmal edilmiş Arap coğrafyasına çeviriyor.
Kayalı, gerek Batılı gerekse de milliyetçi Arap tarih literatürüne hakim bazı yargıların, tarihsel gerçeklikle örtüşmediğini ileri sürüyor. Bunların başında da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en başından beri tutarlı bir Türkleştirme programına sahip olduğu ve bunun kampanyasını güttüğü görüşü geliyor. Yazara göre bu yorumlar, merkezileştirici idari önlemlerin yarattığı çatışmalara, bugünün perspektifinden bakmanın sonucu.
Kayalı, kitabına II. Abdülhamid dönemini Arap siyaseti açısından inceleyerek başlıyor. Avrupa’daki Arap aydınlarının da yer aldığı Abdülhamid istibdadına karşı muhalefeti ise hem İttihat ve Terakki’nin ortaya çıktığı süreç hem de sonraki yılların siyasi hareketlerinin temel ayrılıklarını oluşturacak cemiyet içindeki bölünmeler yönünden irdeliyor. Kayalı, daha en baştan itibaren adem-i merkeziyetçi ve merkezci görüş arasında ortaya çıkan bölünmenin, ilerleyen yıllarda Arap vilayetleri dahil Osmanlı siyasetinde muhalefeti ve iktidarı nasıl şekillendirdiğini anlatıyor.
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte yeni bir dönem başlar. 1908 devrimi, imparatorluğun diğer bölgeleri gibi kitlesel bir coşkuyla karşılanmasa da Arap vilayetlerinde de dönemin burjuvazisi sayılabilecek kesimler ile bürokrasinin bir kesimi tarafından sahiplenilir. Jön Türkler’in Arap vilayetlerindeki siyaseti, bir yandan bu yeni seçkinler ile geleneksel seçkinlerin çıkar çatışmalarının ve beklentilerinin, öte yandan da imparatorluğun içinde bulunduğu genel durumun çizdiği sınırlar içinde belirlenir.
İmparatorluğu ayakta tutma gayesindeki İttihatçı’ların bugünden bakınca epey naifçe gelen bir tür ‘Osmanlı ulusu’ tahayyül etmeleri, zaten gerçekliğin sınavından geçemeyerek Birinci Dünya Savaşı sonundaki durumu ortaya çıkartacaktır. Kayalı da kitabında aslında bu idealist modernleşmecilerin adım adım başlangıçtaki beklentilerinden nasıl tavizler verdiklerini ve değiştiklerini, Arap siyaseti üzerinden ortaya koyuyor. Ancak bunun nedeni Kayalı’ya göre ne İttihatçıların izlediği ileri sürülen Türkleştirme siyaseti ne de bugün ‘Araplar bizi sırtımızdan bıçakladı’ diye yitirilmiş hakimiyetin yakınmasını içeren vulgar ifadedeki Arapların ayrılıkçı iradesidir. Trablusgarp’ın yitirilmesi ve ardından Balkan Savaşı’nın sonuçları, Arapların imparatorluğun yıkılmakta olduğunu görmelerine ve kendi gelecekleriyle ilgili kaygıların baş göstermesine yol açmıştı.
Kayalı’ya göre, Araplar Osmanlı’nın ayrılmaz bir parçası olarak kalmayı isterler ve yeniden açılan parlamentoya katılımları da bunu açıkça ortaya koyar. Zira henüz bir Arap milliyetçiliğinden söz etmek için erkendir. Kitapta aktarılan Reşid Mutran’ın Paris’te yayınladığı bildirideki gibi çıkışlar ise siyasi bir Arap milliyetçiliğinden çok, bir Suriyecilik akımının göstergesidir.