Güncelleme Tarihi:
Türkçede ‘ağa’ kelimesinin (Moğolca kaynaklıdır) temsil ettiği anlam gücünü Topkapı Sarayı’nda her bölümün bir mekân olmaktan çıkıp tarihi çağrışımlarla bezenmiş ‘poetik ve politik’ doğalarıyla beraber düşündüğümüzde kendiliğinden bir tablo oluşur. Jane Hathaway’in ‘Darüssaade Ağası’nın kapağındaki minyatüre yaptığı göndermede görüldüğü gibi, Topkapı Sarayı’nın üçüncü avlusunda, III. Ahmet’in oğulları üç şehzadenin (üçlerin bir araya gelişi de tesadüf olamaz) önünde yürüyen bir güç imgesi çıkar karşımıza. Afrika asıllı, kara ağalar grubundan Beşir Ağa, padişahtan sonra en güçlü kişi sayılan sadrazamların da önünde yürümektedir. Minyatürde ustaca saklandığı ve fakat çok güçlü şekilde vurgulandığı gibi bir sonraki kişi, padişahtır. Böylece, darüssaade ağasının sadece politik konumu değil insani mesafesi de açığa çıkar. Bütün iktidar yapıları bir dizi hiyerarşik simgeden oluşur ve özellikle 16’ncı yüzyıldan başlayarak Osmanlı iktidar simgesi kendi özgün yapısına kavuşur.
‘Afrika’dan getirilmiş ve hadım edilmiş köleler’den oluşan Darüssaade ağaları, aile kurmaktan artık mahrum kaldıkları gibi kendi aileleriyle bütün bağlarını koparmışlardır. 300 yıl süren ömrü boyunca darüssaade ağalığı, ‘gizemli, çelişkilerle dolu makam’ olarak tarihsel değişim ve gelişimleri yorumlamaya da imkân verir. Hathaway, ‘Osmanlı Sarayı’nda Afrikalı Bir Güç Odağı’ altbaşlığıyla, ‘uyruklarından yalıtılmış halde yaşamak’ durumunda kalmış, geleneksel yönetim anlayışların tarihini de gözden geçirir. Çünkü ‘darüssaade ağalığı’ birden değil o kritik ‘aracılık rolleri’ sebebiyle, mitolojik köklere kadar inmesiyle daha ilginç bir oluş sebebine bağlanır. ‘Hükümdarın kutsal saflığı ile uyrukların o saflığı bozan dünyevi hali arasında ince bir hat üzerinde olağanüstü dikkatle hareket etmeleri’yle tıpkı, minyatürde görüldüğü gibi ‘içeri’ye hep en yakındırlar.
İçerisi, Topkapı Sarayı’nda haremdir ve orası kırmızı çizgidir. Harem ağaları Osmanlı’da ‘erkekler haremi ile kadınlar haremi arasında aseksüel bir eşik alanı işgal ederken’ içlerinde en yüksek konum ‘darüssaade ağası’na aittir. Darüssaade ağası, valide sultan ile padişah ve iç oğlanları arasında ‘irtibat memuru’dur. Fakat memur kelimesi yanıltmasın, ‘hadımlık’ gibi benzersiz ve imgesel bir vasıfları vardır. Öteki için (padişah, hükümdar vs. bir güç odağı, öznesi) kendi doğal iktidarından vazgeçmek ‘memurluk’la izah edilemez. Zaten Hathaway de uzun uzun hem onlara duyulan ihtiyacın arkeolojisini yapar hem de gerideki bağlamlı dinamikleri irdeler. Üstelik sarayda, diğer ağalıkların aksine, Türkçedeki ‘anlam özünden’ ustaca soyulması da ilginçtir. Yeniçeri ağalığı ile karşılaştırıldığında bambaşka bir çizgide durur mesela.
Uzun sürmüş imparatorlukların simgelerini çözmek de uzun uğraşlar ve farklı disiplinler arası çalışmaları gerektirir. Jane Hathaway toplam 12 başlık altında, haritalar ve görsel malzemeler eşliğinde, adeta, Osmanlı tarihini başka bir cepheden yeniden yorumlar. Cinsellikten dini hayata, haremden iktidar ilişkilerine, Osmanlı iç hiyerarşisinden reformlara değin pek çok örüntü ‘darüssaade ağa’sının kritik konumunun içinde yoğrulur. Fakat Hathaway o gerekli soruyu geliştirmekten geri durmaz. “Darüssaade ağalarının benliklerini anlamamız mümkün mü?” Ona göre tarihçi bunu başaramaz. Sanat belki, müzik, edebiyat, tiyatro vs. yoluyla düşünüp tartışmak asıl yoldur. Tarih onlara malzeme sunar.