Güncelleme Tarihi:
Tang döneminde yaşamış Çinli şair Li Po, “Beraber oturduk, dağ ve ben/ Ta ki sadece dağ kalana kadar” diyor bir şiirinde. Şiirdeki dağ, Zen felsefesi öğretisine göre meditasyona oturmuş kişiyi simgeliyor. Resimlerinde şiirsel bir anlatım dili kullanan sanatçı Mahmut Celayir için ise dağ, içsel bir yolculuğu işaret ediyor. Bu yolculuk onu uzaklarda bir dağ köyüne, ‘Peykerun’a götürüyor. Doğa ile bütünleştiği; güneş, ay ve çevresini saran bitkilerle bir olduğu bu içsel yolculuğun hikâyesini anlattığı 40 yıllık sanat serüvenini yansıtan ‘Peykurun’ başlıklı sergisiyle İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’ne konuk olan Celayir’le resimsel dünyası hakkında konuştuk.
Üniversitede grafik okudunuz. Ardından bir süre İstanbul Devlet Tiyatroları’nda çalıştınız. Tiyatroda bir sahne kurgulamanız, seyirciyi de o dünyaya davet etmeniz beklenir. Resimlerinizde de kurmaca sahneler mi yaratıyorsunuz?
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda 1982-85 yıllarında realizatör olarak çalıştım. İşimiz, sahne için tasarlanan eskizleri büyük boyutlarda uygulamaya geçirmekti. AKM’nin en üst katında bol ışıklı geniş atölye mekânında sahne tasarımlarını hayata geçirmek keyifliydi. Uzun saplı fırçalarla yere sabitlenmiş metrelerce büyük tuvaller üzerinde serbestçe dolaşır ve boyardık. Buradaki deneyimler daha sonra resimlerimde, büyük boyutlu çalışmalara girmek ve boyayı daha özgürce kullanmak cesaretini verdi diyebilirim. Ayrıca Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar’daki grafik eğitiminin resimlerimdeki etkisi elbette önemlidir. Bu şekilde klasik resim anlayışının dışına çıkıp daha sade ve vurucu formlar yakalama şansını elde ettim. Önemli ayrıntıları öne çıkarma ve minimalist bir anlatım edinme yeteneğini sağlayan bir görme terbiyesidir bu. Grafik sanatlarının pop art’tan itibaren çağdaş sanata tartışılmaz etkilerini biliyoruz zaten... Resim-pentür geleneğini grafik sanatın vurgularıyla buluşturma benim için çok heyecan verici bir yolculuk oldu.
Memleketinizde uzaklarda bir dağ köyünde öğleden sonraları doğa içinde çıktığınız uzun yolculuklardan bahsediyorsunuz bir anlatınızda. Toprağın dokusu, gün ışığının sarıp sarmalayan aydınlığı, bitkilerin form ve renk çeşitliliği çalışmalarınızı nasıl etkiliyor? Doğa ile kurduğunuz ilişki merak uyandırıcı.
Uzaklarda bir dağ köyünde olmak her şeyden önce doğa ile daha yakın bir teması olanaklı kılıyor. Bu yolculuklar, tam olarak ne olduğunu bilemediğimiz bir şeyler aramanın başlangıcı oluyor. Bir taraftan yürüyerek, etrafınızda olup biten o harika döngüyü izlerken, diğer taraftan aslında bir iç yolculuğa çıkmış oluyorsunuz. Bir resme başlamak benim için boş bir tuvalin başına geçmek değil, bu yolculuğa çıkmakla başlar hep. Önce toprak ve su ile bağ kurmak, onların sesini dinlemek gerekiyor. Bir nevi ritüel gibidir bu yolculuklar, kafanızın içinde renkler ve biçimler uçuşur, sonunda hep farklı birikimlerle eve dönersiniz. Burada bir öze dönme hikâyesi var. Bu yolculuklardaki gözlemler sizi yaptığınız işte daha inançlı kılıyor. Bir deneyim yaşıyorsunuz ve kendinize yeni kapılar açıyorsunuz.
‘Peykerun’ adlı serginiz izleyiciyle buluşuyor. Google’da bulamadık; neresi ‘Peykurun’, sizin için ne ifade ediyor?
Peykerun, çok yerel bir isim ve tanımlama, Google’da bulamazsınız! Yazın aydınlık günlerinde ışığın yumuşadığı ve gölgelerin büyüdüğü öğle sonrası saatlerde yolculuklarımın çoğunlukla oraya vardığı bir terk edilmiş yayla mekânıdır Peykerun veya ‘taşların ötesindeki yer’. Buradaki bitki örtüsü ve doğa dokusu bana en fazla görsel malzeme sağlayan bir yapıda. Zamanla burayı toprak ve hava ile karıştığım bir varoluş mekânına dönüştürdüm. Burada beni besleyen organik ve yaşamsal bir dokuyu keşfettim. Sanatsal sorgulama olanağı veren mistik bir varoluş alanı, bir anlamda insanı arındıran düşsel ve simgesel bir yer. Bence her sanatçının, yaratma ritmini yakaladığı bir Peykerun’u vardır. Ben bunu adlandırarak beni besleyen kültürel bir kimliği vurgulamak istedim.
Zazaca ‘taşların ötesindeki yer’ anlamını taşıyan ‘Peykerun’un hangi hallerini sergide görüyoruz?
Bu sergide 40 yıllık bir sanatsal serüvenin değişik evreleri yer alıyor. Doğayı betimleyen resimlerin peşinde giderek, doku ve biçimlerden oluşan bir şifreler serisi ürettim. Manzara resminin sanat tarihi içindeki gelişimini izlerken, dokunabildiğim bir malzemeyle günümüzde doğanın nasıl yorumlanabileceği üzerine deneyimler oluşturdum. Doğa elbette çok aktüel bir konu ve onu kaybettiğimiz ölçüde her gün önemini daha iyi anlıyoruz. Ben doğa ile ilgili bütün bu güncel tartışmaların ve popüler söylemlerin dışında daha özle ilgili bir arayış içinde oldum. Doğayı biçimlendiren güçleri bulup bunu resmime aktarma çabasını öne çıkardım. Toprağın o derin yaşanmışlık dokusu ve üzerinde insanın zaman içindeki izdüşümü beni çok ilgilendiriyor.
Mitoloji ya da efsaneler nasıl besliyor resimlerinizi?
Tiyatroda çalıştığım dönemde, mitolojik ayrıntılardan oluşan resimler ürettim. Sergide bunun örnekleri var. Son derece zengin mitolojik anlatıları günümüzle bağdaştırma çabasıydı bu. Ama asıl beni besleyen annemin masallarıydı. Tekinsiz bir coğrafyadaki cin peri öykülerinin yanı sıra bu anlatılarla büyüdüm. Bunun ne kadar besleyici bir malzeme olduğunu daha sonraları fark ettim. Bu masallarda hep insanın varoluş maceralarını sorgulayan arketip motifler mevcuttu. Ayrıca Zaza-Kürt kimliğimin tarihsel ve kültürel kökenlerini araştırırken kendimi İran, Aryan ve Hint-Avrupa mitolojileri içinde buldum. Coğrafyamızda kalıntıları olan ve semavi dinleri etkilediğini düşündüğüm Zerdüşt dinin dualist altyapısını resimlerimde, ışık ve gölge, yani karanlık ve aydınlık çatışması olarak estetik bir alana taşımaya çalıştım.
40 yıllık sanat serüveninizi yansıtan eserlerin sergi mekânına yerleştirirken nelere dikkat ettiniz?
Çalışmalarımı sergi mekânında yerleştirirken Beral Madra’nın çok değerli katkıları oldu. Normalde yapıtlar arasında bir mesafe oluşturmayı, her resmin kendi hikâyesini anlatma alanları oluşturmasını tercih ederim. Ama bu sergide resimler arasındaki akışı ve birlikteliği vurgulamak için özellikle çok yakın aralıklarla duvar düzenlemelerini yaptık. Tüm çalışmalarda aynı kaygının görsel izdüşümleri ve toprağın içindeki o gizli hareketliliği keşfetme, onu kozmik bir alana taşıma çabası var. Bir form ve çizgisel akışlarla izleyici kendini bir döngü içinde bulsun istedik.
Mahmut Celayir’in ‘Peykerun’ başlıklı sergisi 16 Nisan’a kadar İş Sanat Kibele Galerisi’nde.