Güncelleme Tarihi:
1960 yılında Köln’de doğan Mechtild Borrmann, Gestalt terapisti, dans ve tiyatro pedagojisi eğitimi aldı. Bir süre meslekleriyle ilgili alanlarda eğitimcilik yaptı. İlk romanı ‘Wenn das Herz im Kopf schlägt’ (2006) yayımlandıktan sonra edebiyata ağırlık verdi. 2011’den bu yana yalnızca serbest yazar olarak çalışan ve edebiyat dergisi Tentakel’in eşeditörlüğünü üstlenen Borrmann’ın toplam sekiz romanı yayımlandı; ‘Suskunluk’la (Wer das Schweigen bericht) 2012 Alman Polisiye-Gerilim Romanı Ödülleri’nde (Deutscher Krimipreis) birincilik ödülünü kazandı.
PANDORA’NIN KUTUSU AÇILDIĞINDA
1997 yılında, yakınlarda hayata veda eden müteahhit Friedhelm Lubisch’in gösterişli villasındayız. Friedhelm Lubisch’in oğlu Doktor Robert Lubisch, satış işlemleri tamamlanan evi son bir kez gözden geçirirken burada geçen çocukluğunu, erken yaşta kaybettiği annesini, hiçbir zaman yakınlaşamadığı babasını hatırlıyor. Babası onu inşaat şirketindeki halefi olarak görmüş ama o tıp okumaya karar verdiğinde aralarında bir kopma olmuş, kendisinin babası için hiçbir zaman yeterince iyi olmadığını düşünmüş Robert. Eski yazı masasının çekmecesindeki pipo kutusunda bulduklarının peşinden gitme nedeni de babasının güçlü kişiliğinin altında bir çatlak bulmak isteği...
Kutunun içinde bir SS kimliği, bir sınır geçiş belgesi, bir savaş tutsaklığından tahliye belgesi ve bir de kenarları sararmış bir kadın fotoğrafı var. SS kimliğindeki resim tanınmaz halde ama isim hanesi okunuyor; ‘Wilhelm Peters’. Tahliye belgesinde ise babasının adı yer alıyor.
Robert, savaşta sıradan bir er olduğunu söyleyen babasının yabancı birisinin belgelerini ve o kadının fotoğrafını neden sakladığını merak edecektir. Fotoğrafın arkasında, çekildiği yer ve fotoğraf stüdyosu yazılıdır. Fotoğrafçı, fotoğrafın Therese Peters’e ait olduğunu söyler, yani Wilhelm Peters’in karısına... Köyde kadını tanıyan insanlara da rastlar. Ancak öğrendiği tek şey, adamın, ardından kadının -1950’lerin başında- ansızın ortadan kaybolduklarıdır. Hayal kırıklığına uğrayan Robert, çiftin son yaşadığı evi ziyaret ettiğinde orada yaşayan deneyimli bir gazeteci kadınla karşılaşacak ve olayların seyri hızlanacaktır. Zira sansasyonel bir hikâyenin kokusunu alan Rita Albers, bütün enerjisini ve haber kaynaklarını Therese Peters’in izini sürmeye yöneltmiştir. Çok geçmeden yıllardır farklı bir kimlikle yaşayan ve zengin bir kadın olan Therese’ye ulaşır. Sırrını yıllardır gizleyen Therese Peters’in zihnine anı parçaları kontrolsüzce sökün ederken geçmiş zamana uzanırız; 1939’a, birlikte büyüyen altı arkadaşın birlikte vakit geçirdikleri son yaza... Wilhelm, Jacob, Hanna, Therese, Leonard, Alwine... Ne yazık ki savaş kapıya dayanmış, çocukluk çağının sonuna gelinmiştir.
Therese geçmişin hayaletleriyle boğuşurken şimdiki zamanda geçen hikâye de -gazeteci Rita Albers’in bir cinayete kurban gitmesiyle- farklı bir seyir kazanıyor. Tarihin sırlarına cinayet muamması da eklenmiştir artık. Kasaba polisi ile federallerin birlikte yürüttükleri cinayet soruşturması ilerledikçe geçmişte kimsenin masum olmadığı ortaya çıkar. Therese Peters’in söylediği gibi; “Önce suskunluk, sonra yalan. Son derece doğal olarak, biri diğerinin sonucuydu. Her zaman...”
Yalanların sonu gelmiştir, Robert babası hakkında istediğinden çok daha fazlasını öğrenecektir...
TOPLUMSAL SORUMLULUK
Borrmann ‘Suskunluk’ta iki hikâye anlatıyor. Günümüzde geçen ilk hikâyede kayıp şahısların ve bir cinayetin izi sürülürken ikinci hikâyede 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla altüst olan küçük bir kasabanın sakin hayatına odaklanılmış. Bu iki hikâyenin birbirine çok iyi ve sıkı sıkıya bağlandığını söyleyebilirim. Şimdiki zamanla geçmişin iç içeliği karakterlerin hayatlarıyla da yakından ilgili. Geçmişte ve günümüzde işlenen suçlar, roman kişilerinin yalanlarla sakladığı ya da üzerinde konuşmaktan kaçındığı, zehrini kontrol edilemez hale gelene kadar biriktirmiş, yası tutulmamış irili ufaklı insani kötülükten kaynaklanıyor.
Süslemesiz bir dil, akıcı diyaloglar ve kısa bölümler halinde kaleme alınan ‘Suskunluk’ta geçmiş zamanın önce ışıltılı, sonra iç karartıcı atmosferini hissedeceksiniz. Therese Peters’in anılarıyla içine düştüğümüz savaş yıllarının ihbarlar, tutuklamalar ve işkencelerle geçen günleri gerilimi arttırıyor ve sonuna kadar gizlenen ‘sır’ ile merak duygusu hiç eksilmiyor. Romanın nispeten sakin olan ilk bölümünün ardından anlatısını giderek daha hızlı, daha yoğun bir tempoyla sürdürmüş Borrmann. Ve öfkeli bir final ile noktalamış...
Hikâye birçok dolaylı alıntıyla ve tek tek karakterlerin düşüncelerine temas eden üçüncü şahıs bakış açısıyla anlatılıyor. Önemli karakterler ve onların eylemleri büyük bir özenle, karakteristik ayrıntılarla tasvir edilmiş. Geçmişin büyük suçlarının yanı sıra günümüzdeki bir cinayeti barındırmasına rağmen bir tür olarak polisiye roman diyemeyiz ‘Suskunluk’ için. İhanetlerin, acıların, acımasızlıkların, ölümcül kıskançlıkların yanı sıra aşkı ve dostluğu da öne çıkaran Borrmann, Nazizmin tepeden tırnağa kriminalleştirdiği bir dönemin topluma ve bireylere yaptığı etkileri araştırıyor.
Nazizmin yükselişi ve başlattığı savaş pek çok romana ve filme konu edilmiştir. O dönemin gizli kalmış, herkes tarafından bilinse bile üzerinde konuşulmayan, hatta yalanlarla kapatılan suçları ve sırları üzerine kurgulanan polisiye anlatı sayısı da az değildir. Yakın zamanda okuduğumuz Sofi Oksanen, Andrea Maria Schenkel, Philip Kerr ve Volker Kutscher romanlarını örnek gösterebilirim. Ancak Kerr’in ve Kutscher’in seri romanları siyasi tarihin önemli olayları ve şahsiyetlerini barındıran, ‘damardan’ ve çok da başarılı polisiyelerdi. Mechtild Borrmann, farklı bir yol seçmiş. Yukarıdan değil aşağıdan yazıyor dönem tarihini; büyük olayların ve büyük tarihi şahsiyetlerin yarattığı akıntıya kapılan sıradan insanları, onların sorumluluğunu soruşturuyor.
Aşıldığı düşünüldükten sonra bile Nazizmin hâlâ kurban üreten yıkıcı bir sistem, roman kişilerinin ise bu sistemin tutsakları olduğu ileri sürülebilir. Ne var ki Borrmann’ın hikâyesinde karşılaştığımız olaylar Nazizmin gücüne boyun eğmekten öte bir durum. Savaşın sonunda “Ben emirlere uymuştum” diyerek SS damgasından ya da suçlanmaktan kurtulan subaylar, erler, polisler, gardiyanlar, cellatlar, savcılar, hâkimler ya da resmi görevleri olmasa bile durumdan vazife çıkaran siviller... Bütün bu insanlar masumiyet karinesine sığınabilirler mi? Koşullara atıfta bulunmasının suçu mazur göstermeyeceğini vurgulayan Borrmann, meseleyi evrensel bir boyuta taşımış. ‘Suskunluk’ta ortaya atılan soruların sadece belli bir döneme ve topluma, belli bir ulusa ve ırka indirgenemeyeceğini, insanın insana zulüm ettiği her yerde ortaya çıkan çirkin bir gerçeklik olduğunu anlıyoruz.
Geçmişin sırlarını, suskunluk ve yalan temalarını öne çıkaran Borrmann, suçlunun kimliği kadar suçun kökenlerini de araştırıyor. ‘Suskunluk’ bilip de bilmezlikten gelmenin suç ortaklığına dönüşmesini, zalimle suç ortaklığı yapmış bir toplumun bilinçaltını deşen ve hepimizi geçmişle yüzleştirmeye davet eden çarpıcı bir roman.